Pazartesi, Mart 24, 2014

İnek Obası

Ne zaman ki bi'şeyler yolunda gitse, ne zaman ki "oh be" desem her şey yeniden karışıveriyor. Mesela saçma sapan bir telefon beynimi alt üst etmeye yetiyor. Kördüğüm olmamak için kendimi tutuyorum. Sinirleniyorum. Çok hem de. Çünkü insanların bu kadar bencilce davranmasını kaldıramıyorum. Öyle bi'şey ki herkes herkesin hayatına istediği zaman dahil olup istediği zaman o hayattan çıkabilme yetisini kendinde buluyor. Nasıl bi'şey bu? Nasıl bir özgüven? 

Belirtmek isterim ki öyle bi dünya yok.    


Böyle arkadaşlar için temsili fotoğrafımız da bu olsun. * 

     

Çarşamba, Mart 19, 2014

Merhaba sevgili okurlar, merhaba. 

İş yeri demek ego savaşlarına ev sahipliği yapan arena demekmiş. Bugünlerde bunu öğreniyorum. Herhangi bir konu hakkında yeti sahibi olmayı bırakın idrak kabiliyeti bile olmayan buna rağmen durmadan her şeyi ne kadar iyi bildiğini anlatan insanlarla iş yapmaya çalışmak bir insanın başına gelebilecek en beter durum olsa gerek. Bunu tecrübe etmek bi yandan sinirlerimi gererken bi yandan da her gün özgüvenimi arttırıyor aslında. Zira yapılan mallıkları gördükçe insan haline şükrediyor. 

Cemil Meriç, Bu Ülke'de "tecrübe, bayağılığa alışmak ve bayağılaşmak" diyordu. Benim alışmaya pek niyetim yok.

Saygılarımla.
İyi çalışmalrdfasgfers.  Ay pardon, hadi görüşenzi. 



* Bu da burda dursun da unutmayalım. 

Pazar, Mart 16, 2014

Ölmek ne garip şey anne.


Eskiden uçurtmalar vuruluyordu, şimdi çocuklar vuruluyor. 

Öyle şeyler oluyor ki idrak edemiyor insan. Etmek de istemiyor ya, neyse işte.  Mesela 14 yaşında bir çocuk ölüyor. Üzülüyorsun. Biri çıkıp "ama o polise taş attı" diyor, bir başkası "ama o hem kürttü hem alevi" diyor. Sonra başka biri giriyor devreye "tamam üzülüyorsun ama polisler de şehit oluyor" diyor. "Ben ölen, öldürülen her insan için üzülüyorum" diyorsun "ama öyle herkese üzülemezsin, tarafını seç" diye cevap veriyorlar. Hep ama'lar çalınıyor kulaklarıma. Durmadan. Ben mi çok kırılganım yoksa insanlar gün geçtikçe zalimleşiyor mu diye düşünüyor insan. Cevap yok.  14 yaşında bir çocuk ölüyor ve insanlar ama diyor. Birileri bir yerlerde seçim propagandalarına devam ediyor, birileri yedikleri yemeklerin fotoğraflarını instagram'da paylaşıyor, birileri değil gözlerini açmak kulaklarını dahi tıkıyor olan bitene. Ve Berkin ölüyor. Mesela o hiç üniversitede eve mi çıksam yurtta mı kalsam diye düşünemeyecek ya da kalbi sevdiği kızı göreceği için hızla çarpamayacak. Yeni basılacak kitapları okuyamayacak, vizyondaki yeni filmleri izleyemeyecek. Baba olamayacak örneğin. Çocukları eve geç kalırsa endişelenemeyecek onlar için. Dede olamayacak. Annesinin, babasının ihtiyarladığını göremeyecek hiç. Birileri ama demeye devam edecek onun için. Birileri unutacak. Her geçen yıl daha az kişi hatırlayacak onu. Geçen sürede belki başka çocuklar ölecek. Yine ama'lar yükselecek ağızlardan. Yine insanlar, çocukları yaftalayacak. Suçlayacak.  Ben yine idrak edemeyeceğim. Etmek de istemeyeceğim. 

Ama Berkin Elvan ölümsüzdür.

Cuma, Mart 14, 2014

au revoir

Naber?

Çok uzun zamandır görüşemiyoruz, farkındayım. Ama öyle hızlı değişiyor ki her şey yakalayamıyorum ipin ucunu. Yaptıklarımı daha idrak bile edemeden bambaşka yerlerde bambaşka şeyler yaparken buluyorum kendimi. 

Son postumu 29 Aralık'ta yazmışım. Neredeyse 3 ay olacak. Hala burada olduğunuzu bilmek güzel. Ben olsam kendimi çoktan terk etmiştim mesela. Çünkü vefa benim için sadece İstanbul'da bir semt adı. Öhöm.  

Kısaca dünden bugüne neler oldu dersek; 
3 Ocak'ta Türkiye'ye döndüm. Öyle yılbaşı gecelerine pek anlam yükleyen, eğlenmek zorundaymış gibi hisseden tiplerden hiç olamadım ama hayatımın en eğlenceli yılbaşı gecesini geçirdim. Şüphesiz ki bu yaptığım cezasız kalmamalıydı. O kadar eğlendikten sonra mütemadiyen gergin olduğum ve sonunda sinir krizi geçirdiğim 2 koca gün beni karşıladı. Evi boşaltmak, depozitoyu almak tam bir işkenceye dönüştü. Ev sahibimiz olacak sürtük saçma sapan nedenlerden ötürü depozitodan 100 euro kesti. Kadının tek kelime İngilizce bilmemesine karşılık olarak bizim de tek kelime Fransızca bilmememiz olayları daha da komplike bi hale soktu. Sadece fazladan tek bir gece evde kalmamıza müsaade etmediği için 2 Ocak gecesi hostelde süründük. Akabinde devasa bavullarla Rennes'den Paris'e, Paris'ten İstanbul'a, İstanbul'dan Bursa'ya yolculuk başladı. Bursa'da odama girdiğimde "lan acaba gerçekten gelebildim mi?" diye bi sordum kendime. Ki gelebilmiştim ^^ Ve bu çok güzel bi duyguydu. 

İlk 1 hafta üzerimde bir mallıkla dolaştım etrafta. Bir yandan güzeldi dönmek bir yandan kötü. Güzeldi çünkü sevdiğim herkese kavuşmuştum. Kötüydü çünkü oraya alışmıştım. Neyse, Fransa defteri şimdilik bu şekilde kapanmış oldu. Bir gün tekrar bu defteri açacağımı biliyorum ama. 

Tüm bunların akabinde uzay boşluğuna düştüm. Pek çok yapılması gereken şey beni bekliyordu aslında. Yazmam gereken bir yüksek lisans tezi, okumam gereken bir sürü kitap, izlemem gereken bir sürü film ve bulmam gereken bir iş vardı. Yaklaşık bir ay kadar bir yandan bunları düşünürken bir yandan da  panpalarımla türlü aktivelerde bulunduk. Daha doğrusu her akşam aynı kafeye gidip oturduk. Trival Pursuit oynadık. Hala da bunu yapıyoruz gerçi ama bu güzel. Seviyorum.

İstanbul'a gittim arada. Özlemişim. Gerçekten. Daha da gitmek zorundayım ama zorunluluk hissi İstanbul fikrini bile güzel gösteremiyor. Bu da böyle bilinsin. 

Günler böyle geçerken 18 Şubat'ta hiç düşünmediğim bi yerde işe başladım. Şimdilik iyi de gidiyor. Halimden memnunum.

Tüm bunlardan başka çok şeyler oldu ama onlar hakkında da başka zaman hasbihal ederiz artık. 

Fes başıma, başım duvara. 
Hoşça kalın.