Cumartesi, Şubat 26, 2011

onulmaz dertlere saldın pc beni !


bilgisayar denen şey ne kadar gerekli bir şeymiş meğer. ne kadar elim, kolum olmuş. 2 gündür kafayı yemek üzereyim. bozuk görüntü hatası beni yedi bitirdi. zaten 2 yıldır çıkartmadığı sorun kalmayan alet yine en lazım olduğu zamanda beni bıraktı yarı yolda. sony vaio'ların hepsi böyleyse diyecek bir şeyim yok. yok sadece benimkinin gareziyse bu lanet gitsin, ne diyeyim. bu kez servise de göndermek istemiyorum kendisini. zira gidince malum, 1 ay yok. el, kol bağlı. format lazım sanırım. ama içindekileri yedekleyemiyorum bile. ay bayılazaam !

bu arada masaüstü kullanmayalı uzun süre olmuş. nostalji oldu. bunu da belirteyim.

Pazar, Şubat 20, 2011

taş uykusu

genelde okuyacağım kitapları seçerken ilk baktığım yazarı olur. gerçi herkes için olmasa da çoğunluk için böyle, değil mi? kitabın konusu hakkında fikir edinmeden kitap almam pek. ya birilerinden duymam gerekir ya da bir yerlerde hakkında bir şeyler okumam.



geçen gün idefix'ten bir mail geldi. yeni çıkanlar konusu. aralarında kapağı oldukça güzel bir kitap gördüm. "taş uykusu". yazarı aslı tohumcu. adını duymamıştım daha önce, yalan yok. maili okududuktan sonra "bi bakayım, iyi bi'şeyse alırım" dedim içimden. geçen gün de yolum, inkılap kitapevi'ne düştü. öylece bakınırken etrafta bu kitabı gördüm. fiyatı da uygun olunca hadi dedim, alayım. yeni yazarlar denemek gerek bazen. hasılı hayatımda ilk defa bir tanıtımdan yola çıkarak kitap aldım.

100 sayfalık ince bir kitap olduğundan mütevellit 2 günde bitirdim. konusu, genel olarak otobüs içindeki yolcuların ve şoförün aklından geçenler olarak tanımlanabilir. daha önce buna benzer bir kitap okumamıştım. lakin sözlüğe bakınca ayfer tunç'un yalan yanlış isimli kitabına benzediğini söyleyen bi entry gördüm. ne kadar doğru bilemem. okumadım ben o kitabı. hasılı kelam, eğer bu aralar çıtır çerez bir kitap arıyorsanız, alıp okuyabilirsiniz.


bitti.

127 hours

uzun bi zamandan sonra bu akşam 2 film devirdim.

bir trainspotting. kitabını okuduktan sonra filmini de bir göreyim dedim. belki kitabı okumasaydım film için olağanüstü diyebilirdim ancak kafamda kurguladığım rent boy, sick boy, tommy vs. çok daha farklıydı elbette. hal böyle olunca film için iyi diyebilirim. ama o da kitabından daha iyi olmayan filmlerden.

iki 127 hours. 2010 yapımı bir danny boyle filmi. peh peh peh! nasıl bir filmmiş bu böyle ve bunca zaman neden bu filmden bihaber yaşamışım? belki komik gelecek çoğu kişiye ama bu filmin varlığını daha bu akşam öğrendim ben. imdb'de gezerken gözüme ilişti. hadi dedim izleyeyim. ve beni kendine öyle bir bağladı ki çakılı kaldım koltuğumda. evde film izlemeyi pek beceremeyen, iki de bir yerinden kalkıp şöyle bir dolaşan ben put kesildim adeta. hikaye, senaryo, oyunculuk, sahneler hepsi gerçekten çok çok iyiydi. zaten hikaye gerçekmiş. ben buna da sonradan dikkat ettim afişe bakınca.


james franco, aron ralston rolüne o kadar oturmuş ki öyle bir oyunculuk sergilemiş ki o kapana kısılmışlık, çaresizlik, yalnızlık hissini parmak uçlarımda bile hissettim ben. daha fazla spoiler vermeden ancak bu kadar anlatabiliyorum dostlar. affola! hala bir yerlerde benim gibi izlememiş birileri kaldıysa hemen harekete geçip izlesin.

bu da afiş :


izleyin.

Cuma, Şubat 18, 2011

trainspotting !

seçimler mi bizi biz yapar yoksa biz mi seçimleri var ederiz? seçim yapmak zorunlu mu ya da? insan nasıl ve ne zaman kendini seçmekten vazgeçer? ölümü, yokluğu seçmek hangi koşullarda mevcut olur?

okuyunuz.

all star 2011

all star geldi çattı yine sevgili blogseverler. basketbolun kalbi bu kez los angeles'da atacak. bu yıl 60.sı düzenlenecek büyüüük organizasyon, bu haftasonu gerçekleşecek.

1. gün -yani bu gece saat 04:00 sularında- çaylaklar, geçen senenin çaylakları bu yılın abileri ile karşılaşacak. en iyi performans sergileyen oyuncuya da mvp ödülü verilecek.

2. gün benim en sevdiğim gün olmuştur her zaman. eminim yine öyle olacak. yılın en eğlenceli şovlarından biri gerçekleşecek. üçlük yarışması, smaç yarışması, yetenek yarışması, takım şut yarışması.

ve final. nba'in en iyileri salonda olacak. doğu karması, batı karması ile mücadele edecek. ilk beşleri de söyleyeyim tam olsun. doğu karması; derrick rose, dwyane wade, lebron james, amare stoudemire, dwight howard. batı karması ise; chris paul, kobe bryant, kevin durant, carmelo anthony, yau minglnj.

dipnot: all star, ntv'de izlenir.

Perşembe, Şubat 17, 2011

hast'


ben çok çabuk hasta olurum. her kış 50 defa doktora gitmezsem olmaaaz. o nedenle kış başında radikal bir karar alarak hayatımda ilk grip aşısı yaptırdım. lakin bugün onun da bir işe yaramadığını öğrendim. -her gün bir yeni bilgi!-

hastayım. ölüyorum. bütün gece uyumadım. uyuyamadım. sırtım, belim, başım öyle çok ağrıdı ki dedim heralde son nefesimi veriyorum. sabahı edince zar zor, hemen doktora gittim. sevgili aile hekimimize. saat 8:30 olduğu anda çaldım kapısını, girdim içeri. "grip oldum sanırım, çok fenayım. boğazım, sırtım, belim. berbat haldeyim" diyerek derdimi anlatmaya çalıştım. sevgili doktorum abeslang denen şu boğaz çubuklarından birini aldı eline aç ağzını dedi. ağzımı ben daha tam olarak açamadan baktım arkasını dönmüş, masasına doğru gidiyor. bu kadar mı yani? theraflu denen herkesin evinde 1500 tane bulunan soğuk algınlğı ilacından yazdı. bu mu tababet ilmi yahu? 1 sn içinde hasta muayene etmek mi? biraz kendimi iyi hissetseydim " höy! 1 saniye içinde ne anladın, adamım?" diye kavga etmeye başlayacaktım. neyse. sustum.

hastayım hasta, canım ister pasta!

Salı, Şubat 15, 2011

J.D.Salinger


aslında onun hakkında bir şeyleri 27 ocak'ta yazacaktım. ölüm yıl dönümünde. ama olmadı. o gün açtığım her boş sayfayı tek tek kapattım. yazamadım. çünkü hakkında yazacak çok şey vardı ve benim beynim bu kadar karmaşayı kaldırabilecek kıvamda değildi o gün. hoş, hala öyle galiba ki şu an giriş kısmını uzattıkça uzatıyor bir yandan da nerden konuya girsem, ne desem diye düşünüyorum.

salinger'ın türkçeye çevrilmiş tüm kitaplarını okudum.
-çavdar tarlasında çocuklar
-dokuz öykü
-franny ve zooey
-yükseltin tavan kirişini ustalar-seymour - bir giriş

hepsinin mükemmel, salinger'ın ne kadar yetenekli bir yazar olduğunu söylememe gerek yok sanırım. zira bloğuma isim ararken bile ilk aklıma onun kitapları, yarattığı karakterler gelmişti. her ne kadar blog ismi çavdar tarlasında çocuklar'dan gelse de benim favorim her zaman "muz balığı için mükemmel bir gün". o öyküyü okuduğumda nasıl bir ruh haline büründüğümü anlatamam. çok şaşırtıcı. çok gerçek.

kitaplarını okurken ister istemez insan kendini glass ailesinin bir ferdi gibi hissediyor. seymour, boo boo, buddy, walt, waker, franny veya zooey gibi. bazen hepsi, bazen hiç biri gibi. kafamı her zaman kurcalayan asıl soru şudur ki: acaba salinger hangisi gibiydi? 91 yaşında, gözlerden uzak tek başına geçirdiği bu uzuuun hayattan ayrılırken yarattığı hangi karakter onu tanımlıyordu? ya da tanımlamaya yetiyor muydu? şüphesiz pek çok insan seymour diye yanıt verir bu soruya. ancak ben pek emin değilim.

bazen franny gibi canlanıyor gözümde nedense. franny, varoluşunu sorgulamaya başladığında kendini bulunduğu ortama yabancı hissediyor. bir bar taburesi üzerinde yanında oturan sevglisi dahi ondan kilometrelerce uzak geliyor. sonra bir kitapta buluyor çözümü. o kitap onu bambaşka biri yapıyor, sorularına bir nebze de olsa cevap oluyor. salinger diyorum. belki de onun bizlerden uzak, kopuk yaşamasının sebebi o kitabı hala bulamamış olmasıdır. kim bilir? ah! artık kimse bilemez değil mi?

nette salinger hakkında bir şeyler ararken, bir sitede, çavdar tarlasında çocuklar adlı kitabının ana karakteri olan holden caulfield'a ne kadar benzediğini okudum. holden'nın "ortalık oldukça sessizdi, çünkü bizim ernie piyano çalıyordu. herifin piyanoya oturması bile, tanrı aşkına, kutsal bir şeydi sanki. yani, hiç kimse onun kadar iyi çalamazdı. piyanonun önünde lanet bir ayna vardı, ernie'nin suratına da da iri bir spot lamba çevirmişlerdi, böylece o piyano çalarken suratını seyredebiliyordunuz, parmaklarını değil ama; o kocaman moruk suratını yalnızca. yemin ederim, ben bir piyanist ya da aktör filan olsaydım ve bu sersemler de benim olağanüstü biri olduğumu düşünselerdi, bu durumdan nefret ederdim. beni alkışlamalarını bile istemezdim. ben piyanist olsaydım, gider bir kenefe kapanır, öyle çalardım." sözlerinde olduğu gibi salinger'da bu yüzden kaybolmuştu ortalardan bu örneği verene göre. bilmiyorum. ben pek inanmadım sanırım

o benim için hep bir GLASS. hangisi olursa olsun.

rest in peace!

ip tutmak


kandildi dün. akşam üzeri apartmandaki komşu teyzenin lokma getirmesi ile bir sevindim bir sevindim anlatamam. zira ben lokmayı çok severim. neyse. işte o lokmaların kokusu beni aldı götürdü çocukluğumun kandillerine. "ip tutmak" diye bir hadise vardır. bilir misiniz? ben çok yakın bir zamana kadar kandillerde ip tutmanın tüm türkiye'de uygulandığını sanırdım. lakin sadece bursa'ya özel bir şeymiş.

ip tutmak nasıl olur, onu anlatayım şimdi. efem önce mahalledeki kankanızla beraber evden uzun, kalın bir ip ayarlarsınız. ki benim babaannemin sırf bu iş için özel ipi vardı, naber. öhöm. sonra ip tutmak için uygun mevki aranır. ip tutulacak yer bir kere diğer ip tutuculara yakın olmamalıdır. işlek caddeler tercih edilmelidir.uygun mevkiye karar verdikten sonra caddenin iki yanına karşılıklı olarak geçip o iple caddeyi kapatırsınız. yoldan geçen insanlardan "ya mum ya para" diyerek bir şeyler isterseniz. kimisi para verir, kimisi halley, probis vs. ya da şakacı abiler ablalar "ehehe alın mum. yine çok komiğim" diyerek mum uzatırlar. gün sonunda kankayla beraber oturulur, ganimetler paylaşılır. halleyler, probisler, eti puflar, eti cinler patlayana kadar yenir. ancak doyulmaz. kalan paralarla da bakkala gidilir. bilimum abur cubur alınıp onlar da yenir. hasılı bugünlerin getirisi çok olur.

aklıma gelince bu ip tutma meselesi, büyüdüğüme biraz daha üzüldüm. kardeşime dedim "oğlum çıkıp ip tutsana" tepkisi "abla bu yaşta ne ipi ya" dedi. o bile büyümüş. daha da çok üzüldüm.
not: ip tutan çocuk temalı bir fotoğraf koyarak o hali daha net anlamanızı sağlayacaktım lakin google'da böyle bir görsel yok. omaygad! google, sen de bir alex değilmişsin.

Pazartesi, Şubat 14, 2011

disney's recess


disney'in teneffüs zili'ni çok özledim. aslında pek çok çizgi filmi özledim. ama onu bir başka. tj, spinelli, gretchen, gus, mikey, vince, ashley'ler, müdür yardımcısı bayan finster, müdür prickly, finster'in yancısı, yamyam kılıklı anaokulu çocukları, kazıcılar, karaborsacılar.

ilk atv'de yayınlanmıştı. ya da ben ilk atv'de görmüştüm onları. ilkokuldaydım sanırım. sabahın köründe kalkardım izleyebilmek için. ikinci izleyişim disney channel'da oldu. üniversiteye başladığım yıl. şimdi neden birileri yayınlamıyor anlamıyorum. life with louie'de yok şimdilerde. onu da istiyorum.

louie anderson : baba, avabayı duvduvuv musun? tuvalete gitmem gevek.
andy anderson : duramayız evlat! sık dişini. biz savaştayken çişimizi 4 gün tutardık.

bir ara kanal d'de sabahları 1-2 saat boyunca çizgi filmler yayınlanırdı peş peşe. jetgiller, ninja kaplumbağalar, bazen richie rich.

jetgiller'deki judy'nin dudak şeklindeki günlüğü hala aklımdadır ve hala sahip olmak istediğim şeylerin başında gelir. ninja kaplumbağalar'dan aklımda hiçbir sahne yok nedense şimdi. sadece jenerik. teenage mutant ninja turtles. tabi ilkokulda ingilizce sahibi olmadığımızdan arkadaşlar arasında abidik gubidik ninja tööörtıls, lapluplabala ninja töörtıls olarak söylerdik. ortaokulda öğrendik gerçeği. richie rich'ten malikanede para selinin yaşandığı bölüm aklımda. para kasası taşar ve malikanede para seli başlar. richie duruma kuul bir tavırla yaklaşır. sörf tahtasını kaptığı gibi paraların üzerinde sörfe başlar. yehhu !

tom ve jerry, tweety vs. ben pek sevmez. o konulara girmiyorum o nedenle. postuma burada son verirken hepinize benden teenage mutant ninja turtles.



Pazar, Şubat 13, 2011

yine mi pazar? yine mi pazar?


pazar günleri insanların nasıl bu kadar enerji dolu olduklarını anlayamıyorum. daha cuma'dan bugün için planlar yapılmaya başlıyor . oraya mı gitsek? buraya mı? nerde kahvaltı etsek? hangi sanat aktivitesine katılsak? "pazar sabahı erken kalkan enerjik baba"yı dahi solluyor en düz adamlar. hatta ileri gidip pazar sabahı 6'da kalkıp yürüyüşe, koşmaya gidenler var. neden? "ben her pazar koşarım. çok sağlıklıyım bebeyim!" diyebilmek için. eğer pazar sabahı yapacağım 1 saatlik koşu ömrümü uzatıcaksa ya da ne bileyim daha sağlıklı olmamı sağlayacaksa bile eksik olsun. öyle sağlıklı olacağıma mezarımda huzur içinde yatayım allahım.

ben pazar sabahı yataktan çıkmıyorum, çıkamıyorum. paçalarımdan sürükleyerek uyandırmaya çalışıyorlar beni. kendime gelene kadar zaten saat 1-2 oluyor. derken diyorum " aaaa, gün bitmiş, bu saatten sonra kılımı kıpırdatmam, hiç bir yere çıkmam". sonra akşam oluyor. pazar akşamı ne yapılır? buldum. banyo! sırf pazar akşamlarımı doldurmak için bu eski kızılderili alışkanlığını hala sürdürürüm. ve her pazar banyosundan sonra keşke bizimkiler olsa da izlesek diye geçiririm aklımdan. sonra kitap okur, film seyreder ya da ağır ağır oje sürer, bol bol süt içerim. zaten tüm bunları yapınca çok yorulur, yine yatağıma yatarım.

tabi belki çalışan bir insan için durum böyle olmayabilir. eğer derse ki "haftanın altı günü evden işe, işten eve yaşıyorum. sadece bir gün tatilim var. onda sosyalliğin dibine vurmak istiyorum ", hak verebilirim belki. gerçi ben o insanın yerinde olsam bu kez hiç çıkmam yataktan. "bütün hafta it gibi çalıştım, bir günde malak gibi yatayım" derim muhtemelen. belki de tüm bunlar kaplumbağa gibi bir insan olmamdan kaynaklanıyordur. neyse.

son olarak sözüm size pazar insanları. benden uzak durun. yeter bu enerjiniz. yeter bu dünyayı kurtarma hevesiniz. bırakın bütün gün yatayım, bırakın mütamadiyen semireyim. kaplumbağayım. tembel insanım. laubalilikten hoşlanmam. ciddiyeti severim. disipline hayranım.

bıh!

just kids


tavsiyemdir efem.

lanet gitsin


tarihin arka odası'nı izlemekteyim şu an. cumartesi gecesi tv'de izlenebilecek şey bulamayanlar, mecburen murat bardakçı'nın ukalalığını, pelin batu'nun ilginç konuşmasını ya da daha doğru bir deyimle iki kelamı bir araya getiremeyişini, erhan afyoncu'nun kendi çapındaki halini ve bu üçlü tarafından -özellikle bardakçı- konuşturulmayan bir adet konuğu izlemek zorunda kalıyor sanırım. benim gibi.

erhan afyoncu'nun kitabı tanıtıldı biraz önce. "muhteşem süleyman" kanuni ile hürrem aşkı. omaygad! size de tanıdık gelmedi mi bir yerlerden? erhan afyoncu, şu sıralar gündemden düşmeyen dizi, muhteşem yüzyıl'ın da tarih danışmanlığını yapıyor. bu işin ona getirisi iyi olmuş ki bunu hemen başka dallara da yansıtmak istemiş. hemen bir kitap hazırlayıvermiş, sürmüş piyasaya. ilk onbin tükenmiş bile. ikinci baskı ise yolda. sizce de komik değil mi? "popüler tarihçi" kavramı bile beni irrite etmeye yetiyorken okuyucular nasıl bu konuya bu kadar sıcak yaklaşıyor anlayamıyorum. aşk-ı memnu yayındayken "aşk-ı memnu'nun kitabı çıkmış kızııaam" diyen onbinlik hemen muhteşem süleyman'ı da almış kitapçılardan herhalde. fazla mı önyargılıyım bilmiyorum ama sırf satılsın diye, sırf o dönem popüler bir konu diye ya da sırf daha çok para için kitap çıkarmak bence insanı küçülten bir şey.
benim midemi bulandırıyor!

Çarşamba, Şubat 09, 2011

the sorrow grows bigger when the sorrows denied

güzel olacak her şeye ...


iksir içtim değiştim


güzel şeyler de olmuyor değil bazen. murat yılmazyıldırım 3 perdelik yeni albümü ile karşımıza çıktı. düşlerin ressamına sevgiyle.


Salı, Şubat 08, 2011

ışık


ve her şey tepetakla olur. kararsızlıklarım, suskunluklarım çığ gibi düşer üzerime. altında kalırım. dayanamam. ezilirim. karanlık. çok karanlık. bir ışık olsa. ah! ufacık bir ışık olsa. umutlarım, bağırışlarım, sesim ve sessizliğim yolunu bulur o zaman. birileri duyar, birileri görür. bir el uzanır ışığın geldiği yerden. tutar elimden. çeker dışarı. söyler olacakları ve olması gerekenleri. kara bulutlar dağılır. toz olur, düşer yeryüzüne. ben mutlu olurum. gülerim. şarkı söylerim, dans ederim. her şey güzel olur. her şey olması gerektiği gibi.

Çarşamba, Şubat 02, 2011

taçsız kral !


metin oktay'ı hiç göremedim ben. hiç izleyemedim onu. babamdan, amcamdan duyduklarımla aklımda o. o şekilde biçimlendi kafamda. ağları delen golü, düzgün karakteri, gol krallıkları. hepsini dinleyerek büyüdüm. mustafa kemal'in "ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim" sözü ne zaman geçse evimizde, sadece "metin oktay" derdi babam.
bugün onun doğumgünü. vefa borcu diyerek kutlamak istedim bu günü.

doğumgünün kutlu olsun taçsız kral!

Salı, Şubat 01, 2011

oku-ma-mak


kitap okuyamıyorum. ve bu durum artık iyiden iyiye zıvanadan çıkmaya başladı. korkuyorum. kitap okumayı oldum olası çok severim. kurtarımcımdır bir nevi okumak. çantamdan asla eksik etmem okuduğum kitabı. her gece en az bi 10 sayfa da olsa okumadan uyumam, uyuyamam.

lakin son günlerde bir haller oldu bu duruma. ne zaman ki elime bir kitap alsam bir sayfa okuduktan sonra anında bırakıyorum elimden. çok zorlarsam kendimi bu kez de sanki yıllardır uyuymuyormuşum gibi bir ağırlık çöküyor üstüme. altında kalıyorum. uyuyorum.

bu duruma bir son vermek için türlü türlü yollara başvurdum. öncelikle kitap değiştireyim dedim. yok olmuyor. okuma pozisyonumu değiştiriyorum. ı-ıh. bu da değil. ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.

sanırım kitap okuma yetimi kaybediyorum. kurtarın beni.