Pazar, Aralık 29, 2013

awe-some

Saat 05:28.

Yine uyuyamadım. Her koşulda deliksiz uyuyabilen biriyken uyku problemi çekmeye başlamam bence yaşlandığımın göstergesi. Bunu ne zaman düşünsem ellerime gidiyor gözlerim. Derin derin inceliyorum. "Buruşmaya mı başlıyorum yoksa? O kadar yaşlandım mı?" endişesine kapılmamla "Ne alakası var canım? Sadece pek iyi değilim. O yüzden bu uyuyamamalarım. Yoksa ohooo" fikrine bürünmem totalde 3 dakika sürüyor. 

Buraya geleli 4 ay olacak neredeyse. Şehre geldiğim ilk gün nasıl geçecek onca zaman diye düşünmüştüm. Şimdi ise dönüş biletimin nefesini ensemde hissediyorum. Onca zaman geçti işte. Hatta keşke bu kadar hızlı geçmeseydi işte.  İnsanlık için küçük, benim içinse oldukça büyük bir sivil hareket olarak geçtiğimiz yaz gerçekten çoğu şeye yeniden başladım. Şimdi o günleri düşünüp zaman zaman pişman olsam da genel olarak huzursuz değilim. Hatta fena bile sayılmam. Ne kazanıp ne kaybettiğimi düşünmediğim ya da "Neden?" demediğim sürece mutlu bile olabilirim. 

Türkiye'de beni bekleyen şeyleri gerçekten çok merak ediyorum. Umarım uykularımı daha da kaçıracak hadiseler vuku bulmaz. Ya da ben daha fazla umursamaz olabilirim. 

Biraz daha uyumayı deneyeyim.




Pazar, Aralık 08, 2013

Korku

Doğru mu yapıyorum? Yoksa yanlış mı? Doğru ve yanlış ayrımını yapamıyorum bazen. Ya da çoğu zaman diyelim. Sanırım o yüzden bugün bu haldeyim ya. Ben ne yaptığımı anlayamazken insanların doğru ya da yanlış yaptıklarını ya da yapacaklarını nasıl anlayabilirim ki? 

Güven garip bi'şey. Güven duymak ve güven vermek de öyle. Bir kere küçük de olsa bir aksilik çıkınca bu hususta sanki daha sonra yazılan her şey yanlış yazılacakmış gibi hissediyor insan. "Acaba bu sefer de aynısı mı olacak?" sorusu aklın duvarlarına çarpıyor. Daha önce umursamadığın ayrıntılara daha temkinli yaklaşmaya başlıyorsun. Daha doğrusu her şey aklına "Acaba?" sorusunu getiriyor. Acı çekmekten korkuyorsun çünkü ya da acı vermekten. Aynı zamanda kandırılmaktan ve pişman olmaktan. En çok da yanlış yapmaktan. 

Biliyorum, güven duymadan ilerleyemez insan. Biliyorum ama yine de duraksıyorum. Korkuyorum çünkü. Çok hem de. 


birazdan kudurur deniz, birazdan dalgaların sırtından
üst üste fışkıran rüzgarlar bir intikam gibi saldırınca üstüne.
yüzüne şarkılar çarpar, yüzüne şiirler çarpar, ağlarsın
sen artık, sen artık buralarda duramazsın.
"artık sazın bağrı mı olur? kimsenin bilmediği bir ağrı mı?
gider kendine gömülürsün 
yoksa bu şehir bu sokaklar seni alır kullanır, seni alır kullanır
santim santim çürürsün."
bazen bir uçurum kalır bazen de martıların ardından velvele koparan bir leş kalır
bir intihar gibi puşt olunca sevdalar.
sırtını duvara yaslar, sırtını ağaca yaslar susarsın
sen artık hiçbir sözü, hiçbir sözü kaldıramazsın.
"şimdi bir yeni sevda mı olur? kimsenin kapını çalmadığı bir inziva mı?
tutar sıfırdan başlarsın
yoksa bu ilişkiler bu zaaflar seni yiyip bitirir, seni yiyip bitirir
dirhem dirhem azalırsın."

Pazartesi, Aralık 02, 2013

Milano'nun Dandikliği Como'nun Güzelliği Üzerine Bir Ağıt

Gelelim Milano'ya ...

Azizim bu kadar sıkıcı bir şehir olamaz. Milano benim için tam bir hayal kırıklığı. Öyle ki 2 günümüzü ayırdığımız şehirde yarım günlük bir gezintinin ardından "yarın başka yere gidelim gözünüzü seveyim" diye yakınmalarıma başladım. Milano, Duomo meydanından ibaret bir şehir. Bu meydanda bulunan Duomo di Milano katedrali ve Galleria Emanuele Vittorio II'yi gezdiğiniz zaman olay bitiyor. Tamam modanın kalbi, tamam dünyaca ünlü markaların evi. Ama bunlar size bi'şey ifade etmiyorsa ki bana etmiyor, Milano yarım günde gezilebilecek bir şehir. Pis bir yağmur altında 2 saat izbe hostelimizi aradıktan sonra kalan yarım günümüzde de bu meydanı gezdik. Bitti gitti. Tabi belirtmeden geçmemek gerekir ki Duomo di Milano gerçekten muazzam bi katedral. Hem iç hem dış mimarisi ile etkiliyor. Görülmesi gerek. 


Milano için bu kadar yeter dedikten sonra yakınlarda başka bir yerlere günübirlik kaçmanın planlarını yapmaya koyulduk. Como gölü ve Verona en kolay kaçılabilecek yerler. Biz şansımızı Como'dan yana kullandık. Şehir merkezindeki Milano Centrale istasyonundaki tren gişelerinden alacağınız 10 Euroluk bir biletle aktarıla aktarıla 1 saatte Como'ya gitmek mümkün. 

Como gerçekten çok güzel bir belde. Milano'nun o kasvetli havasından sonra insanın içini açan cinsten. Göle ulaşmak için en uygun tren istasyonu Lago di Como. İstasyonda inip 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından muhteşem bir göl manzarası karşılıyor gelenleri. Sakin sular, ısıtmayan ama üşütmeyen de bir güneş ... Hasılı güzel bir gün geçirmek için Como'da her şey mümkün. Göl kenarında yapılan bir yürüyüşten sonra beldenin sokaklarında gezmek anlatılamaz bir haz veriyor insana. Sokak müzisyenleri ile eğleniyorsunuz. Yürürken yorulmuyorsunuz aksine dinleniyorsunuz sanki. 


Son günümüzü de Como'da geçirdikten sonra Milano'ya döndük. Bu arada şehir merkezi ve havaalanı arası shuttle mevcut. Roma'daki gibi 5-6 Euro dolaylarında bir ücret ödüyorsunuz shuttle için. Milano'da son gecemizi ise Bergamo havaalanında geçirdik. Havaalanında sabahlama fikri beni fazlaca korkutuyordu lakin beklediğimden iyi geçti diyebilirim. En azından sıcak bir mekan. Öyle diyelim. Eğer benim gibi uykunuz olduğunda her yerde uyuyabilen bi tipseniz çok fena sayılmaz şartlar. Havaalanına varır varmaz 3 koltuk kapıp hemen yatar pozisyona geçmeniz faydalı olacaktır. Aksi takdirde oturarak uyuklamaya mecbur kalabilirsiniz. Son olarak eğer sizin de havaalanında sabahlamak gibi bir planınız varsa öncesinde http://www.sleepinginairports.net adresini incelemenizi öneririm. Zira her havaalnının kendine göre bir raconu varmış Ben de incelerken öğrenmiştim. Öhöm. Neyse. 

Bir sonraki gezi postunda görüşmek üzere. Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız hoş olsun. Cıvık müdürüm afedersin.

Pazar, Aralık 01, 2013

Bir günde Roma'da ne yapılır?

Naber?

Geçen postumda bahsettiğim 13 günlük gezim çok tatlı geçti. Mutluyum! Hatta ki neden daha önce gitmediğim konusunda pişman bile oldum. Aslında sadece bu kadar yazacaktım gezi konusunda. Çünkü vakti zamanında erasmusçularla o kadar dalga geçtim ki şimdi korkumdan feysbukta fotoğraf bile paylaşamıyorum azizim. Hofs. Ben böyle düşünürken ünlü bloggerlardan Cem "gittiğin yerlerden bahset biraz blogda" deyince "eh peki madem" moduna girdim. Hem belki gitmeye niyeti olanlar için biraz bilgi verici olabilir.

Biz Roma-Milan-Paris-Barcelona rotasını izledik. Tabii Ryanair'ın tüm uçuşları Paris'ten olduğundan ve ben Paris'e trenle 2,5 saat mesafede başka bir şehirde yaşadığımdan mütevellit rotanın başında ve sonunda yine Paris oldu.

Hepinizin bildiği gibi Ryanair Avrupa uçuşlarında büyük bir nimet. Bir ay önceden biletinizi aldığınız takdirde genelde 15 euro civarlarında bir bedel ödüyorsunuz. Biz de planı oldukça önceden yaptığımızdan ortalama 15 eurodan aldık biletlerimizi. Hoş oldu. Lakin şöyle bir gerizekalılık var ki Ryanair uçuşları, Paris'te Beauvais havaalanından oluyor ve Paris merkezden havaalanına giden shuttle için 16 euro ödüyorsunuz. Haliyle can sıkıyor. 

İlk durak Roma! Roma çok hoş bir Akdeniz şehri. İtalyanlar dışında pek çok Pakistanlı ve Hindistanlı göçmen barındırıyor içinde. Ryanair Roma'da Ciampino havalimanını kullanıyor. Haliyle bizde oraya iniş yaptık. Havalimanı şehirden çok uzak bir mesafede değil. Havalimanından şehir merkezine yani Termini istasyonuna giden otobüsler mevcut. Yaklaşık 5 euro gibi bir mebla ile 45 dakikada şehir merkezine ulaşıyorsunuz. İstasyondan alacağınız bir harita her şeyi kolaylaştıracaktır. Bizim kalacağımız hostel Termini'ye oldukça yakın olmasına rağmen bulmakta biraz zorlandık. Zira cadde isimleri her yerde yazmıyor. O nedenle bizim gibi bodoslama gitmek yerine yola çıkmadan önce harita üzerinde çalışmak işinizi kolaylaştıracaktır. 

Akşam 6 dolaylarında ancak şehir merkezine varabildik. Hosteli bulma, yerleşme gibi mevzular yüzünden de 1 saatimizi harcadıktan sonra bi'şeyler yemek için dışarı çıktığımızda aslında Roma'yı hiç sevmedim. Bir yandan çöp kutularının aralarında dolaşan kedi görünümlü fareler diğer yandan siz kendi kendinize yolunuzda yürürken rahatsız eden göçmenler. O akşam"Roma'ya mı geldim Tarlabaşı'na mı?" diye kendimi sorguladığımı hatırlıyorum. Tabi sonradan öğrendiğimize göre bu bizim kaldığımız hostelin muhitiyle alakalı bir durummuş. İlk gece pizza ile açılışı yaptık. Lakin pek başarılı bulmadığımı da söylemek isterim. 


Roma için sadece 1 günümüz olduğundan aslında biraz umutsuzdum. Zira böyle durumlarda insan nereye gideceğini şaşırıyor ve aptal aptal oraya buraya bakınırken gün bitiyor. Ancak daha önce İtalya'da yaşamış çok yakın bir arkadaşımın çizdiği rota sayesinde beklediğimden çok daha fazla yeri gezebildik. Üstelik yürüyerek, sallana sallana. 

Roma oldukça iyi bir metro hattına sahip. Ancak turistseniz metroyu kullanırken biraz dikkatli olmakta fayda var. Zira hırsızlık oldukça sık rastlanan bi durummuş. Bizim başımıza bi'şey gelmedi ancak bahsettiğim arkadaşım pek çok kez cüzdan aşırmalara tanık olduğunu söyledi. O nedenle biz dikkatliydik. Siz de olsanız fena olmaz hani. 

İşe Colosseo'dan başladık. Dünyanın yeni yedi harikasından biri. EU vatandaşı değilseniz veya tarih bölümünde öğrenci değilseniz 12 euro karşılığı içine girebiliyorsunuz. Zaten hakkındaki her bilgiyi internetten okuyabilirsiniz. Ben şimdi kasmayayım. öhöm. 

Colosseo'dan yaklaşık 5 dk yürüyerek Piazza Venezia'ya ulaşıyorsunuz. Piazza Venezia oldukça güzel bir meydan. Beyaz mermerden yapılmış II Vittoriano anıtı muazzam bir yapı. Anıtın içindeki müzeye girme teşebbüsünde bulunmadığımızdan fiyat konusunda bir bilgim yok ne yazık ki. 


Piazza Venezia'dan sonra oldukça büyük bir cadde olan Via del Corsa'dan ilerlediğinizde Fontana di Trevi'ye ulaşıyorsunuz. Burda can sıkıcı olan şey ise sadece küçücük bir tabela var cadde üzerinde Trevi yolunu gösteren. Haliyle gözden kaçırmak oldukça büyük bir ihtimal, dikkatli ilerlemekte fayda var. 

Fontana di Trevi turistlerin akın ettiği bi yer. Öyle ki tadını çıkarmayı geçtim insan yoğunluğundan doğru düzgün fotoğraf çekmeniz bile mümkün değil. Herkes "para atarken çek panpa" pozunu yakalamaya çalışıyor. 

Fontana di Trevi'nin arka yollarından Piazza di Spagna'ya ulaşıyorsunuz. Burası da turistlerin popüler mekanlarından olsa gerek ki merdivenlerde oturacak yer bulmak bile zor. 

İspanyol merdivenlerine oldukça yakın bir konumda Hard Rock kafe mevcut. Öğle yemeyi için orada konaklamaya karar verdik ancak sonra ani bir kararla yakınlarındaki başka bir restaurantta soluğu aldık. İtalya'dan pizzadan sonra ne gelir? Makarna. Güzel bir makarnadan sonra tiramisu. Allahım! O anlar tam olarak rüyada gibiydim. (Sanırım böyle gezilerin en güzel kısmı yemek yemek)

Öğle yemeği molasından sonraki rotamız Piazza del Popolo oldu. Burası da oldukça güzel bir meydan. Havada duran insanlar, vahe kılıçarslan vari heykel adamlar, sokak sanatçıları... Belirtmeden geçmemek gerekir ki Roma'da her yerde Pakistanlı olduklarını düşündüğüm işportacılar mevcut ve hiç rahat vermiyorlar. Önce hediye hediye diyerek elinize bi'şeyler tutuşturmaya çalışıyorlar ardından para istiyorlar. Aman dikkat! 


Popolo'dan sonra Vatikan'a doğru yürüdük. Aslında Popolo'dan metroya binip Vatikan'a ulaşmak da mümkün zira biz yürüyerek gitmeyi istedik. "Zaten sayılı saatimiz var yeraltına inmeyelim, biraz sokakların keyfini çıkaralım" dedik. Vatikan'a ulaştığımızda akşam 6 civarındaydı. Haliyle müzeleri gezemedik. Lakin şapelin içine girmek bile hoş bir duygu. 

Yaşlı vücudumuzun enerjisi tükendiği için biz es geçmek zorunda kaldık lakin siz Vatikan'dan sonra dilerseniz Piazza Navono'ya gidebilirsiniz. Zira akşamları vakit geçirmek için oldukça hoş bir yermiş. 

Günü güzel bir Roma dondurması ile bitirelim dedik ama onda çok şahane bir kazık yedik. Neyse.

İşte Roma'da bir gün böyle geçebilir. 

Not: Bu post çok sıkıcı oldu gibi ya !

Perşembe, Kasım 28, 2013

Ne demişler :

"There are only 2 rules to achieving anything 
1. Get started 
2. Keep going"

Pazartesi, Kasım 11, 2013

Hazır mıyız gençler?

- Buraya bir şeyler yazmadıkça daha da yazmayasım geliyor. Ve böyle olmasını istemiyorum.

- Küçük şeylerden mutlu olmayı öğrendim. Şaka şaka ... Hala öğrenemedim. Ama yine de hayatımın hiçbir döneminde sinemaya gittim diye bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.


- 2 aydır ilk defa içinde domuz eti olmayan bir pizza gördüm. Ve bittabi yedim. İçki içip domuz eti yemeyişimin hikmetini hala çözebilmiş değilim. Bu hususlarda nasıl bir mentaliteye sahibim ben de anlamadım.

- Türkçe kitap okumayı özledim. Buraya yeterince kitap getirmeyerek hayatımın hatasını yapmışım da haberim yokmuş. Vay le le !

- Sırt çantamla beraber yaklaşık 15 gün sürecek bir geziye çıkıyorum çarşamba günü. Ya çok güzel olacak ya da perperişan bir halde geri döneceğim. Umarım ilk seçenek gerçekleşir.

- Bugün burada bayram. 2. Dünya Savaşı'nın bitişini kutluyorlar. Haliyle her yer kapalı. Eppeksiz kaldım. 

- Günlerdir şurdan 1 saat mesafedeki Mont Saint Michel'e gitmeye çabalıyorum. Lakin uyuyakalmaktan gidemiyorum. Scheisse !

- Bazı şeylerin ne kadar değerli olduğu kaybedilince anlaşılıyormuş gerçekten. Öğrendim. 

-  Facebook'a yıllar sonra geri dönüşüm garip oldu. Hala hiç bir akrabamla arkadaş değilim. Ne zamana kadar bu şekilde kaçabileceğim, hep birlikte göreceğiz.

- Geçen ay garda evsiz bir Türk'le tanışmıştım. Necdet. Baya da musallat olmuştu kendisi. O nedenle aramıza set çekip gördüğüm yerde ölü taklidi yapıyordum. Geçen gün  de yolda yürürken birden "maaavi maaavi masmaviiii, gözleri boncuk maaavii" dizeleri kulağımda çınladı. "Noluyo yea?" derken bir de baktım, Necdet. Bi sokak müzisyenin elinden mikrofonu almaya çalışırken bir yandan da şarkı söylüyor. Günlerce aklıma o sahne geldikçe güldüm. Burdan ayrılırken tüm mal varlığımı Necdet'e bırakmaya karar verdim. (Mal varlığım: bir yorgan, iki yastık, bir kupa)

- Gelecek kaygılarım yine baş gösterdi. Dönünce napcam ben yea?



* Ne kadar tontiş bir zürafa değil mi?

Salı, Ekim 22, 2013

Brooks.

"Sevgili dostlarım, 
Dışarının bu kadar hızlı büyüdüğüne inanamadım. Çocukken bir keresinde araba görmüştüm. Fakat şimdi her yerdeler. Dünya büyük lanet bir acele içinde. Şartlı tahliye komisyonu beni bu yarım eve soktu adı "biracı"... Ve bir iş... Alışveriş mağazasında yiyecekleri poşetliyorum. Zor bir iş ve ben dayanmaya çalışıyorum. Fakat çoğu kez ellerim acıyor. Mağaza müdürünün beni pek fazla sevdiğini sanmıyorum. Bazen işten sonra, parka gidip kuşları besliyorum. Ve Jake'in birden çıkıp bana merhaba diyeceğini düşünmeye başlıyorum. Fakat bu hiç olmuyor. Umarım, her neredeyse, iyidir ve yeni arkadaşları vardır. Geceleri uyumakta zorlanıyorum. Kötü rüyalar görüyorum yere düşüyormuşum gibi. Korkarak uyanıyorum. Bazen nerede olduğumu hatırlamak biraz zamanımı alıyor. Belki bir silah alıp mağazayı soymalıyım ki beni evime geri yollasınlar. Oradayken müdürü vurmalıydım. Bir çeşit ikramiye gibi. Sanırım artık bu tür saçmalıklar için çok yaşlıyım. Burayı sevmiyorum. Her zaman korkmaktan yoruldum. Kalmamaya karar verdim. Sanırım benim gibi yaşlı bir hırsız için fazla üzülmezler. 
Not: Hey ,Wood'a söyle, boğazına bıçak dayadığım için üzgünüm. 

Hiç kuvvetim kalmadı. 
Brooks."  

Cumartesi, Ekim 19, 2013

Greyfurt

Naber?
 
Hayat nasil yavas akiyor anlatamam. Bilgisayarim bozuk oldugundan mutevellit uzun zamandir post yapamiyorum sevgili izleyicilerim. Kusuruma bakmayin. Hos bilgisayarim olsa evde internet baglantim yok. Boyle sacma sapan bi yerde yasiyorum yani. Bu postu da sehir kutuphanesinden yapiyorum. O nedenle turkce karaktersizligin dibindeyim. Neyse eski bilgisayarim Turkiye'den yola cikti. Elime ulastiginda internet baglantisi da bulabilecegimi dusunuyorum. Yani umuyorum. O zaman umarsizca internet sayfalari arasinda dolasip dizilerin filmlerin icine atacagim kendimi. Tabi ordeklerime de gereken ilgiyi gosterecegim o zaman.
 
Bu ara yasadigim hayat trajikomik bi film gibi. Basima gelmeyen kalmadi. Internet baglantim oldugunda kalem kalem yazmayi planliyorum. Ancak planladigim seyleri yapmamak gibi guzel bi huyum oldugu icin bu dedigime kendim de pek inanmadim. Neyse.
 
Hadi gorusuruk.
 
 
 

Cumartesi, Ekim 05, 2013

Pazartesi, Eylül 30, 2013

Boncur.

Uzun ve yorucu bir yazın ardından hepinize merhaba. 

Günlerin ay, yılların asır gibi geçtiği, zaman kavramına yabancılaştığım, kendimle boğuştuğum, asla olması gerekeni yapamadığım, sürekli koştuğum, koşarken düştüğüm, ayağa kalkıp devam ettiğim, hep geç kaldığım, hep erkenci olduğum 2013 yazı sonunda BİTTİ. Ve ben hala "iyi ki bitti" ile "keşke bitmeseydi" ikilemi içinde A noktasından B noktasına, sonra B noktasından tekrar A noktasına hala koşuyorum. 

Şimdi Eylül. Eylül demek başlangıç demek. İlkokuldaki mevsim panolarının bilinçaltıma etkisi midir yoksa her Eylül biraz daha büyüdüğümden midir bilmem ama ben her Eylül yeniden başlarım. Bu Eylül ise en baştan başladım.

Şimdi dilini bilmediğim insanların içinde bildiğim dillerde cevaplar arıyorum. Onlar sorularımı anlamıyor, bense onların verdikleri cevapları. Ilk kez bunu dert etmiyoum. Hiçbir şey bilmiyorum. Ve bu bilinmezlik hali hoşuma gidiyor. Zaman enteresan bi enstrüman. Gittiğinde dönmeyeceğini bilenlerdenseniz bilinmezlere teslim olmak cok da kötü olmasa gerek. "Rüzgara kapılmış gidiyorum ben. Ne olacak bu işin sonu? Ne olacağım ben?" 

 ** Persefon Frenk diyarından bildirdi.

Salı, Ağustos 13, 2013

Uyuyamazgezer

Yine sabah oluyor. Yine uyuyamıyorum. Uzunca bir süredir olduğu gibi. Süt içtim, dizi izledim, kitap okudum, müzik dinledim, sigara içtim. Göz kapaklarının alt kirpiklerle buluşmasının nasıl bu kadar zor olabildiğinde inanamıyorum. Üstelik bunlar benim göz kapaklarım. Her zaman yer çekimine karşı zaafı olan, sürekli düşmeye meyilli göz kapaklarım... 
Sen bir aylak, bir uyurgezesin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin,bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun. 
Buraya uzun zamandır fazlaca depresif şeyler yazdığımın farkındayım. Pek iyi değilim sadece. Ama elbette bu durum düzelecek. İnsanoğlu olarak unutmuyor ancak alışıyoruz malum. Alıştıkça daha iyi olduğumuzu zannediyor gündelik hayatın ritmine daha çabuk adapte oluyoruz. Normal görünüyoruz. Normal hissetmesek de normal olduğumuza inanıyoruz. İşte böyle. 

Dipnot 1 : Bazen her şeyin beni bulmasına gerçekten hayret ediyorum. 

Dipnot 2 : Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray.


Pazartesi, Ağustos 12, 2013

Çünkü filler asla unutmaz. 


Pazartesi, Ağustos 05, 2013

Boşluk

Zaman ne müphem bir mefhummuş meğer. Hem yaraymış hem yara bandı dediklerine göre. İkisine de inanmıyorum artık. Zaman sadece bir bıçak. Bizleri lime lime doğruyor. En küçük yapı taşımızı bulana dek buna devam ediyor. Bulduğu an ise yok oluyorsun. Boşlukta süzülüyor varlığın. Ne tutunacak dalın kalıyor ne de o dalı tutacak ellerin... Sadece uçuyorsun. Konacak bir yerin olmadığı için aşağıya bakmaya gerek duymuyorsun. Kanatlarının rotası hep daha karanlıklara, bilinmezlere sürüklüyor seni. Hissedemiyorsun bile. Çünkü hisselerini de iki elinin arasında ufalıyor zaman. Kırıntıların boşlukta savruluyor. Hiç oluyorsun. Yok oluyorsun.  

Yaşlandığımı, buruştuğumu hissediyorum. Zamanın acımasızlığı dolaşıyor tenimde. Pişmanlıklarım boy veriyor sularımda. Yakama yapışıp dibe çekiyor zaman. Boğulduğumu fark ediyorum. Ama çırpınmak istemiyorum. Yine tek yapabildiğim teslim olmak. Bu kez kolayca pes ettiğimden değil gücüm kalmadığı için teslim oluyorum zamana. 

İnandığım, inanmak istediğim her şeyi kaybediyorum. Zaman hepsini alıp götürüyor bir daha geri getirmemek üzere. Öncesinden farklıyım şimdi. Huzurlu mutsuzluğum artık sadece huzursuz bir boşluk

Perşembe, Temmuz 04, 2013

hepsi bu

"ne sen leyla'sın ne de ben mecnun
ne sen yorgunsun ne de ben yorgun
kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu.

hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan
hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan

ne sen bulutsun ne de ben yağmur
ne sen mağrur ne de ben mağrur
hüzünlü bir akşam susmuşuz, durgunuz hepsi bu.

hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan sonradan
hep sonradan gelir aklım başıma hep sonradan"

Çarşamba, Haziran 26, 2013

Kamu*

Devinimin olduğu yerde ışık, ışığın olduğu yerde kaçınılmaz biçimde gölge vardır. Hayat ışıkla mümkünse de, hayatın anlamı gölgelerde saklı durur. Zamanın ölü doğmuş çocuklarını görürsünüz karaltıların içinde. Sözcükler, suskunluklar, şarkılar, ağıtlar, yeminler, ihanetler, kahkahalar, gözyaşları, sevinçler, hayal kırıklıkları ve yüzler... En çok da yüzler. Neden söz ettiğimi biliyorsunuz. Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin   yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür.

Gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür.   


Okursanız, seversiniz.

Cehennem

Toprak yolun bittiği noktada, önümde sarı bir deniz uzanıyor. Dizlerimin üzerine çöküp sudaki aksime bakıyorum. Bu yüz, benim yüzüm. Bu gözler, benim gözlerim. Ellerim, benim ellerim... Hep kendim kalacağımı idrak ediyorum o zaman. Tanrım, bu nasıl bir lanet? Derimi yırtmak, gözlerimi oymak, dişlerimi sökmek bir işe yaramaz. Kendime mahkumum. Ağlasam, gözyaşlarım benim gözyaşlarım. Ben cehennemde değilim, cehennem benim içimde.

Pazartesi, Haziran 24, 2013

Mümkün mü?

Bir şeyler yapmak için kendimde güç bulamıyorum. Kafamı toparlayamıyorum. Kendime şaşırıyorum. Kendimle boğuşuyorum. Ve sonunda kendimi hep aynı yerde buluyorum. 

Neresi sıla bize?
Neresi gurbet?
Yollar bize memleket.


Perşembe, Haziran 13, 2013

Boyun Eğme !

Nefes alamıyorum.

Bugün 15. gün. Uyumaya korkuyorum. Her gün "acaba bugün neler bekliyor bizi?" diyerek uyanıyorum.  Yatağımdan biraz doğrulup bilgisayarımı kucağıma alıyorum, açıyorum. Gündemi öğrenmek için ilk olarak gazetelere ya da haber kanallarına bakmayalı uzun zaman oldu. Onun yerine twitter sayfamı açıp ben uyurken yapılan, yazılan, çizilen her şeyi tek tek okuyorum. Okuduğum her yeni cümlede kanım çekiliyor, öfkem artıyor. Sinirle kalkıyorum yatağımdan. Biraz evin içinde dolaşıp sakinleşmeye çalışıyorum. 

Ev arkadaşlarımla biz uykudayken olanları kritik ediyoruz. Kim? Neden? Nasıl? Daha neler yapacaklar? Şimdi ne olacak? Üzülüp ve hırslanıp bilgisayarımın başına geri dönüyorum. Direnişçilerin, habercilerin ve hatta yandaş medyanın yazdıklarını tek tek okuyorum. Anlamaya çalışıyorum. Sonra akşamüstü tencere-tava faslı başlıyor. Eşlik ediyorum var gücümle. Sanki ne kadar çok ses çıkartırsam güzel ve güneşli günler o kadar yaklaşacak gibi. 

Gece oluyor. Sırt çantalarımızı hazırlıyoruz. Maske, gözlük, şal, talcid'li su, çöp torbası ... "Böyle bir nesilden nasıl da profesyonel direnişçiler yaratıldı" diye geçiriyorum aklımdan. Evden çıkıyorum. Gezi'ye gidiyorum arkadaşlarımla beraber. "Gece nöbeti bizde" diyoruz hep bir ağızdan. Bulduğumuz bir yere oturuyoruz. Etrafıma bakıyorum. Her gece olduğu gibi gergin bir bekleyiş. Babam arıyor o vakitlerde. "Nasılsınız?" diyor. "Direniyoruz" diyorum. "Kendinize dikkat edin" diyor ve tabii kapatırken "kendini önlere çok atma" diye ekliyor. Çöpler toplanıyor, bisküviler, cipsler, sular paylaşılıyor. 

Arada parka giriyor biri koşarak. "GELİYORLAR ABİ, GELİYORLAR" diye bağırıyor. Gözlerindeki korkuyu ve cesareti metrelerce öteden okuyabiliyorum. Herkes mırıldanmaya ve kıpırdamaya başlıyor. Abilerinden biri gelip sakinleştiriyor onu. "TAMAM SAKİN OL. BİR ŞEY OLMAYACAK. NEFES AL" Parkın dışındakilerle iletişime geçiliyor. Bilgi bazen doğru oluyor, bazen yanlış. Yanlışsa hafif bir nefes alıyor herkes ama gergin bekleyişe devam. Doğruysa aceleyle maskeler takılıyor, şallar dolanıyor boğazlara. talcid'li sular kolay ulaşılabilecek yerlere konuyor, çantalar sırtlara yerleştiriliyor. O an herkesin aklından tek şey geçiyor. DİREN!

Gökyüzünün mavi, ağacın yeşil, insanın insan gibi kaldığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Mümkün mü?




Perşembe, Mayıs 30, 2013

mutsuzluktan ölebilirim. 
ve yalnızlıktan.

Pazartesi, Mayıs 27, 2013

Süt

Meraba,

Son zamanlarda işlerim o kadar ters gidiyor ki şuraya bile iki satır bir şeyler yazamıyorum. Yani geçen bi ara açtım boş sayfayı, hop elektrik kesildi. Öyle bi'şey.  Hız kesmeden devam eden terslikler içerisinde benim yaptığım tek şeyse film izleyip, internette takılmak. Okul namına, tezim namına ya da genel olarak hayat standardımı yükseltmek namına hiçbi şey yapmıyorum. Kitap bile okumuyorum ki bunun bi bahanesi olamaz. 

Şu sıralar olmasını çok istediğim bi'şey var gündemimde ama neyse olunca söylerim.

Hadi ben gideyim de bi game of thrones izleyeyim. Sonra da kendime yazılacak bi tez bulayım. Bays. 

Unutmadan:




Perşembe, Mayıs 16, 2013

Ördekler

Naber?

Bugün Ördekler'in 3. yaş günü. Anlayacağınız üzere eşek kadar oldular artık. Ama hala doğum günü partisi istiyorlar. Çocuklar masrafa ne gerek var, dedim. Alırız küçük bi pasta, koyarız yanına kolamızı oldu bitti, dedim. Yok. İlla parti olacakmış.




Bu da günün anlam ve önemine uygun, çok sevdiğim bir şiir :


Pazar, Mayıs 05, 2013

so say we all

Bir yıl öncesi bir yıl sonrası. Bir ay öncesi bir ay sonrası. Bir hafta öncesi bir hafta sonrası. 
Dün. Bugün. Yarın. Her şey çok çabuk değişiyor, değişimler yoruyor.

Yola çıkmadan önce planlar yapıyorum her seferinde. Ve her seferinde yolun sonuna gelip arkama baktığımda yaptıklarımın planladıklarımla hiçbir ilgisinin olmadığını görüyorum. O saatten sonra da ya üzülmek için çok geç oluyor ya da sevinmek için erken. 

Rota her zaman karmaşık, rota her zaman bulanık. Ama yine de ben her seferinde bi rota çizmeye çalışıyorum kendime. Boğulmamak için. 
 


Perşembe, Nisan 25, 2013

vay bana, vaylar bana!

Meraba;

Diş ağrısının ne kadar beter, ne kadar iğrenç bi'şey olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum ama hakikaten öyle. Son 3 günümü perişan etti bu ağrı. 

Genel olarak dişlerine iyi bakan bi tipimdir. Diş teli kullandığım dönemlerde edindiğim diş sağlığı bilgisini bugün halen kullanıyorum, hiçbir ağrım sızım olmasa bile rutin kontrollere gidiyorum vesaire. Son olarak da şubat tatilinde ufak bir sızı hissedip hemen doktora koşmuştum. 20'lik dişlerimin üçünün aynı anda geldiğini ama problem olmadığını sadece bazen ağrılar yapabileceğini falan söylemişti. 

Ama gelin görün ki pazartesi akşamı beni bir diş ağrısı esir aldı. Öyle bir ağrı ki kafamı duvarlara vurmama ramak kalmıştı. İşin garibi bu dev ağrı periyodik olarak 2 saatte bir geldi 15 dk civarında sürdü, hafifledi. Bir nevi doğum sancısı olayı. O gece 2'şer saatlik uykularla geçti. Sabah uyandığımda hafif bir sızı vardı sadece ve gün boyu da öyle devam etti. Ben de "20'likler işte yea" falan diyip rahatlattım kendimi. Ancak o sabahın gecesi her şey daha beter oldu. Daha fazla dayanamayıp diş hastanesinin acil servisine gittim. Nöbetçi doktor bi ağrı kesici, bi de antibiyotik yazdı. Geçirir mi sancımı, dedim. Halleder,dedi. Düzenli olarak kullandığım bir ilaçtan bahsettim hani kötü etkileşim olmasın manasında. "Olmaz heralde yea" çekti. Bu cevaplardan tatmin olmasam da bi nöbetçi eczane bulduk. Lakin ki nöbetçi eczanede ilaç yok. Reçete dışında bildiğim diş ağrısında kullanılan şeyleri soruyorum, onlar da yok. Eczacı adam bana "majezik iç, majezik" diyor. Ölür müsün? Öldürür müsün?

O gece ilaçsız ve sinirli bi halde eve dönüp diş ağrımla başbaşa kaldım. Saatlerce ağladım acıdan. Gözümü kırpmadım, sabah olsun diye dua ettim bütün gece. Sabah da ilk iş yakınlarda bir diş hekimi buldum. Çok da şirin bi kadın çıktı. Daha farklı ilaçlar verdi. Ancak tam klinikten çıkacakken öldürücü cümleyi kurdu: "Yalnız bu ilaçlar 24 saat sonra etkisini gösterir" yani aynı ağrıyla bir gece daha geçirmek durumunda kaldım. 

Kendimi gece için ağrıya hazırlarken annemi arayıp duygu sömürüsü yapmak istedim. Normal olarak ilaç içtin mi, doktora gittin mi vs sorular sordu. "Üff, tabi gittim yaa, ölüyorum ben burda" diye triplere girdim. Verecek tavsiyesi kalmayan kadın anam "dişini sıcak tut, üşümüştür" demesin mi? Bende şalterler attı. "karın ağrısı mı, bel ağrısı mı bu, ne alaka, üf alllaam yaa" diye atarlandım kendisine. Tabi kendisi de geri durmayıp "annecim napayım, gelip ben mi çekeyim dişini" diyerek lafı koydu. Karşılıklık tripleştikten sonra telefonu kapattık. Ama umut fakirin ekmeği işte. Acaba gerçekten sıcak mı tutmak gerek diyerek, küçük bir google araştırması yaptım. Meğer soğuk kompres uygulamak acıyı hafifletirmiş. Bu sayede dün gece bi dört saat kadar kesintisiz uyudum ki günlerdir kesintisiz olarak uyuduğum en uzun süre oldu. 

Şimdi hafif bir sızıyla yazıyorum bu postu. Rahatladım sayılır. 

Hepinize neşeli günler, sağlıklı gülüşler .

Pazar, Mart 31, 2013

All work and no play makes jack a dull boy

Hava o kadar güzel ki yapacak bir şey bulmakta zorlanıyorum. Dışarı çıksam her yer mahşer yeri gibi kalabalık ve terli, evde kalıp film izlesem sıkıcı ve kasvetli. ARAFTAYIM. - sonunda bu kelimeyi bir blog yazımda geçirdiğim için mutluyum- 

Aklıma gelmişken;

İnsanların sorumluluklarından kaçmalarını anlayamıyorum. Sinir oluyorum, deliriyorum. Tamam ben de çalışmayı çok seven, hiçbir şeyden üşenmeyen ya da çok mükemmeliyetçi vs. biri değilim. Aksine sülalesi rahatgillerdenim. Ama en azından sorumluluk sahibi olduğuma inanıyorum. 
Bir işin yapılması gerekiyorsa yaparsın. İsteyerek veya istemeyerek ... Eğer bir topluluğun üyesi isen en azından üzerine düşeni yapman gerekir. Bunu anlamak güç olmasa gerek. İşten kaçmak ya da yapman gerekeni başkasının üzerine yıkmak seni akıllı ya da kurnaz yapmaz. Sorumsuz yapar. Ve bu tip insanlar sdfghjklşixcvbnmöç...

Bu konuda daha çok şey söylemek isterdim ama o maruz kaldığım saçma "bana ne yeaeae" tavırları  gözümün önünde belirdikçe daha çok sinirleniyorum. Bu güneşli ve sıcak gün bu kadar siniri hak etmiyor.  


Cumartesi, Mart 23, 2013

Cilalı İbo

Meraba, 

Bir önceki postta bahsettiğim durumdan kurtulmaya başladığımız şu günlerde nasıl bi rahatlama geldi anlatamam. Yeni bir koltuğun sağ köşesine konuşlanıp yazdığım bu satırlar derin ve içten bir mutluluk içeriyor. İhih ^^ Böyle sanki yıllardır evsizmişim de şimdi evim olmuş gibi. Burayı adeta sıcak bir yuvaya dönüştüreceğiz.

Stres dolu günlerden sonra gelen rahatlamayı kutlamak amacıyla napsaz ki ya? diye düşünürken Hayko Cepkin konserini görüp ani bir gaza gelme sonucu kendimizi konser mekanında bulduk. Çok öncelerden beri "tüm şarkılarını bilirim, çok deli hayranıyım" gibi bir durum olmasa dahi oldum olası saygı duyarım Mr. Cepkin'e. Ancak bu seviyeli ilişkimiz kendisinin son albümüyle beraber oldukça laçkalaşmış, samimi bi hale dönüşmüştü. Hasılı karşımıza çıkınca da kaçırmadık. Gittik, gördük, dinledik, eğlendik, beğendik, döndük.  

Haydi görüşürüz. 



Not: Bu post yılışık, pis bir sevgi kokuyo yea :(

Salı, Mart 19, 2013

Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı?

Merhaba,

Öyle bir zamanlar yaşıyorum ki ne nasıl olacak, neyi nasıl yapmalıyım hiç bilmiyorum. 

İstanbul'a taşınırken ev konusunda adeta dört ayak üstüne düşmüş kurulu bir düzene hooop diye tepeden inivermiştim. Her şey çogzeldi. Vapurlar da dahil.

Ta ki geçen haftaya dek...

Çıkan bir kavga sonucu her şey değişti. Ben gelmeden çok önceleri başlayan ve bu zamana dek devam eden hatta zamanla benimde taraf olarak pasifçe katıldığım ev sakinleri arasındaki soğuk savaş geçen hafta yerini çatışmaya bıraktı. Kılıçlar çekildi, gardlar alındı. Tüm düzen alt üst oldu. Hatta gelinen noktada oturacak koltuğumuz -ki koltuklardan biri benim yatağımdı, işin en acı tarafı da bu- bile kalmadı. 3 kişi başka bi ev bakmaya niyet ettik. Gelecek sene kimsenin nerede, hangi koşullarda yaşayacağı belli olmadığından 3 aylık bi süre için o kadar masrafa değer mi diye düşünürken bulduk kendimizi. Bu saatten sonra hiçbir şey olmamış gibi aynı evde nasıl yaşanır, o da başka bir konu. Çözüm düşünmekten, senaryolar üretmekten kafa yarı çaplarımız büyümüş olabilir. 

Hasılı her şey çok muallak, her şey çok salakça

İŞTE O GÖRÜNTÜLER !!!!!11!!1birbirbir



Perşembe, Şubat 21, 2013

"sen ne güzel güldün, solmuyordun. 
hem çok seviyordun hem beni yormuyordun." 

mümkün mü böylesi?

Pazar, Şubat 10, 2013

gece

Geceyi severim. En az yolculukları sevdiğim kadar. Gece yolculuklarını ise ne kadar sevdiğimi söylememe gerek bile yok sanırım. Neyse konumuz yolculuk değil, gece. İnsan kendini gece bulur. Olmak istediği kişi olur. Gevşer, rahatlar. Sessiz bi gecenin verdiği huzuru, dinlendiriciliği başka hiçbir yerde bulamaz insan. 

Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir - belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerinde nadiren durup düşünürüz. Her allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru   akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz. 
Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız. 
Her şeyden arınmış çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. 
Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize "seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.

Öyle güzeldir gece. Böyle güzeldir gece. 

"Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. Yaşam, gecenin konusudur." Burası da benim her gece yaşam alanım.

Çarşamba, Şubat 06, 2013

Nasıl anlatsam, nerden başlasam?

O kadar zaman oldu ki yazmayalı.

Ne yazmam gerek onu da bilmiyorum ya. Her gece ayaktayım, O kadar çok tek başıma vakit geçiriyorum ki aslında her şey blog yazmak için müsait. Ama ben ne zaman açsam şu boş sayfayı hep kilitlenip kalıyorum. Yazmak istiyorum, yazamıyorum. Bazen, en çok konuşmak istediğin anlarda konuşmayı bırak iki kelimeyi bile bir araya getiremezsin ya hani işte öyle bir şey! 

İtiraf etmek gerekirse bilinç olarak hayatımı sürdürmeye başladığımdan beri kontrollü bi tip oldum. Düşüncelerim, hareketlerim, hisselerim hepsi kontrolüm altında oldu hep. Sınırlarımın dışına çıkmalarına izin vermedim, veremedim.Ama çok yoruldum. Düşünmekten yorulur mu bi insan? Ben yoruldum. Düşünmemek için ne yapacağımı şaşırdığım, kendimi nerelere vuracağımı bilemediğim o kadar çok gün oldu ki. Ama artık yeni bi'şey öğrendim. Oluruna bırakmak. İşe de yarıyor gibi. En azından günü kurtarıyor. Anlık kararlarla ne istersem onu yapıyorum. Geçmişi veya geleceği sorgulamadan, umursamadan. Çok kolay oluyor. Pişman olsam bile uzun sürmüyor. Çünkü oluruna bırakma işine girdiğimden beri kendime karşı da daha toleranslı olmayı öğrendim sanırım. Eğer dedikleri gibi hayat acaba ihtimalinin verdiği heyecanla, yine mi hissinin verdiği hayal kırıklığı arasında yaşanan gelgitten ibaretse kontrol fazla da bi'şeyi değiştirmeyecekti zaten. Ne kadar böyle sürer, nereye kadar gider bilmiyorum. Duvara toslayana kadar galiba. Olsun. OLSUN.


Pazar, Ocak 06, 2013

gözleri kapatıp dinleyelim lütfen. belki rahatlarız. 

http://fizy.com/#s/1ad1xy