Cuma, Aralık 31, 2010

yeni


adet olduğu üzere bir yeni yıl postu gireyim.

2010, her sene olduğu gibi sıradan geçti. 2011'den de beklentim aynı sıradanlığı koruması. ki 20 yıldır bu böyle olduğuna göre sıradanlık konusunda 2011'den eminim diyebilirim. anlayamadığım şey benim için bu kadar sıradan olan, bir yılın bitip diğerinin başlaması olayı herkese garip, ilginç ve heyecanlı geliyor. dışarı çıkıyoruz, görüyoruz. her yerde çam ağaçları. hediyeler, çılgınca alışveriş, yılbaşı gecesi planları vs. bir sakin olun azizim. bu ne heyecan böyle. gerek yok. benim planıma gelince; deliler gibi mandalina yiyip, tombala oynayacağım. mutluluk!

dipnot: 2011, senden bir şey beklemiyorum. beklesem de istediklerimin olmayacağını adım gibi biliyorum zira. ama yine de ... 35 trilyon bana çıksın lan!

Cumartesi, Aralık 25, 2010

dışavurum mudur?


küçükmüşüm ben o zamanlar. içimde bir neşe. üçgenlerim varmış benim.tepesinde çoğul ekleri, köşelerinde biz. yetmemiş sonra dörtgenlerim, çokgenlerim. dahası çemberlerim karmaşık koordinatları olan. çemberin içi, çemberin dışı. unutmadan en sevdiğim sanat dalı baleymiş. yutturmuşum. ne çocukmuşum. buradan bakınca ne kadar mutluymuşum. çoğul sevdalarda koşuyormuşum. saklamayı bile bilmiyor, sevgi çoğul ekler alır sanıyormuşum. sevginin çokluk ekleri aldığı doğruymuş da ben o zaman sevgimi aşk sanıyormuşum. içim pür neşe. ölümü unuttuğumu hatırlamak gibi açmazlarım yokmuş henüz. yürüyen iki bacaklı yaratıklarla sorunum yokmuş. kaybettiğim her neyse, aramaya gitmemişim daha. düşününce, ne kadar mutluymuşum. şimdilerde büyüdüğümü kimse kabul etmiyor, ben dahil. çocuğum hala. yalnız acıktım, susadım. en kötüsü tepeden tırnağa tere battım. güneşin neden her gün doğudan doğup batıdan battığına dair merak mı yordu beni bilmem. bildiğim; " deli saçmalarım" var benim, renklerini üstüme başıma bulaştırdığım düşlerim. sonra uçmayan balonlarım var, dağlarda şarkılara eşlik ederken sımsıkı tuttuğum. en çok ayın cezbesinde olduğumdan mıdır, gelgitlerim var. seyrini şaşıran düşüncelere, içine çeken boşluklarına tahammülü kalmayan başımı koyacak yastığım var.

buralar hoşça kalsın.

Cuma, Aralık 24, 2010

sıkılırken


sıkıcı bir gün.

hava güzel lakin dışarı çıkmak istemiyor canım. puzzle yapayım dedim, sıkıldım. kitap okumalıyım. cebi delik. paul auster'ın. o da sarmıyor şu an. belki sonra.

tv'de su gibi diye bir şey var. tipik evlilik programı. tonton bir amca çıktı biraz önce 80 yaşında imiş. 70'lerinde olan bir kadına talip. adam kanada'dan emekli. marmaris'te yaşıyor. aylık 5.000 tl gelir. üstelik kenan paşa'ya komşu imiş. teytey. kadın pek yanaşmıyor. sonra stüdyodaki diğer kadınlar başlıyor talip olmaya. biri diyor beni al, diğeri diyor beni al, onu alma. sonra adamcağız kıymete binince kadın da "tamam hayatım, geliyorum seninle" diyor. işte budur beni benden alan. işte budur kadın aklı.

biri geliyor. senden hoşlandığını söylüyor. bakıyorsun. "ıh-mıh, şey-mey, kem-küm, mırın-kırın"ediyorsun. sonra anacım, ne zaman ki birilerini görüyorsun çocuğun yanında. one minute. "o benim" oluyorsun. ne zaman ki rakibeler beliriyor etrafta o zaman kıymetli oluyor adam. erkekler için de bu böyle esasen. aldırmadıkları bir kız, ne zaman ki başka biriyle birlikte oluyor, işte o zaman kızın peşinden koşmaya başlıyorlar. sanırım herkesin aklında "bu kadar rağbet var, demek ki iyi bir şey bu" cümlesi beliriyor o anda.

sokakta mesela. tek başına yürüdüğünde çekmediğin dikkati, bir erkekle olduğunda üzerinde topluyorsun. kadınlar adeta nefretle bakıyor. ya da kıskançlıkla diyelim.

bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

ohayo!

Pazartesi, Aralık 20, 2010


anne, seni seviyorum. çok.


Cumartesi, Aralık 18, 2010

ilişkiler üzerine


sıkıntıdan patladığım bir anda dün biricik bro'm geldi bu kuş uçmaz kervan geçmez şehre. özlüyor insan yahu.

lisede sabahtan akşama kadar beraber vakit geçirdiğin, her boku beraber yediğin belki de seni şu dünyada en iyi anlayan insanla bir yerden sonra çeşitli sebeplerden mütevellit başka yönlere sapınca yollarınız olmuyor eskisi gibi hiçbir şey. anlatacak şeyler birikiyor. sonra unutuyorsun. ve o yaşanmışlıkların anlatamadığın için yarım kalıyor sanki.

heh bro'm geldi demiş idim. bol tereyağlı iskenderlerimizi yerken laf döndü dolaştı ilişkilere geldi tabi. evet, duyuyorum sizi. "kız milleti aaağbi". tamam kabul öyle. ben de bir yandan onunla konuşurken bir yandan "bak bloga yazayım ben bu konuştuklarımızı" diye geçirdim aklımdan. neyse tamam bu kısım giriş bölümü olsun bu yazının. yeter bu kadar. gelişme bölümüne geçiyorum artık.

günümüz ilişkileri fazlaca sarsıntılı artık dostlar bildiğiniz gibi. ayrılmalar, barışmalar, zırzır salya sümük ağlamalar, sonra aşkıııam'lamalar, mıçmıç olmalar. sağlıklı bir insanın bu kadar hızlı değişen bir ruh halini kaldırabilmesi olası değil esasen. ama yapacak bir şey yok azizim. çağımızın hastalığı.

bu kadar sarsıntılı ilişkilerin ciddiyetine gelince. insan diyor ki içinden yahu ben bu adamla daha ortada bir şey yokken bu kadar ters düşüyorsam, bu kadar kavga edip, en çirkef halimi gözler önüne seriyorsam kim bilir ilerde evlilik falan olursa ne olur? tabi şimdi bunu okuyup evlilik meraklısı kızlar kategorisine sokmayın beni. demek istediğim yani ilerisi yok bu tür ilişkilerin. 6 ay, 1 sene olmadı 2 sene. sonra ayrılık. eğer carpe diem insanı iseniz tamam diyecek sözüm yok. ama bana ne bileyim işte sonunu bile bile bir şeyler yaşamaya çalışmak boşuna geliyor. hayır yani yıpranmaya gerek yok. çünkü bir ilişki ister istemez fedakarlık bekliyor taraflardan. ve her ne olursa olsun bir insanın fedakarlık yapması aslında hiç de kolay bir şey değil. lafa gelince "çok seviyorum yaaağ, her şeye değer onun için, canı feda olsun vs." olur ama aslında içi kan ağlar insanın. vazgeçmek la bu. biri için yani yarın hayatının neresinde olacağını bilmediğin, ya da 20 yıl sonra belki adını bile hatırlamayacağın biri için kendinden taviz vermek. zor. hakikaten zor. isterse bir toz tanesi kadar bir şey olsun yine de zor.

işte bu yüzden öyle bir ilişki olmalı ki bir şeylerden vazgeçmek zorunda kalmamalısın, ya da bir şeyleri sineye çekmek. "hadi bu seferlik onun istediği olsun beni boşver" demeyeceğin bir ilişki.

ütopik sanırım.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

gözbebeği

"insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında istemez.

aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir."

Cuma, Aralık 10, 2010

kış geliyor ört hocam yorgan yorgan üstüne


uzun ve yorucu bir yazın ardından hepinize merhaba.

bu yıl yaz ne kadar uzun sürdü böyle yahu? gerçi benim bu durumdan şikayetçi olduğum da söylenemez hani. yaz insanıyım ben. güneş, deniz, kum... gerçi bu yıl ne adam gibi denizi görmek nasip oldu ne de kumu. güneşle yetinmek durumunda kaldım koca yaz. yaz okulu, staj ve ramazan üçlüsü tüm tatil planlarımı bitirdi. ben de üzerine bir bardak soğuk su içtim.

geçen haftaya kadar hala kendimi şöyle mayıs ayında gibi hissediyordum yalnız bu hafta, hava durumu, aylardan aralık olduğunu bir tokat gibi yüzüme çarptı. bu nasıl bir soğuktur, allahım? insanın totosunun donmaması mümkün değil. bir yandan soğuk bir yandan yağmur zaten sıkıntıdan ölmek üzere olan ruhumu iyice kör kuyularda merdivensiz bıraktı. sabah gözümü açtığımda şakır şakır yağan bir yağmur, kötü kahkasıyla selamladı beni. oooof deyip yorganı çektim kafamın üzerine hemen. uyudum yine. yataktan çıkamadım. saat 11'e geliyordu tekrar gözümü açtığımda. sonra da yataktan çıkmak zor geldiği için kitap okuyayım dedim. aldım elime bir kupa çay. geçen gün aldığım kitaba başladım. elif şafak'ın mahrem'i. 80 sayfa okudum yaklaşık. şimdilik gayet güzel, beğendim. bir de film almıştım kitap alırken. münich. steven spielberg filmi. onu da izlemeliyim bir ara. bakalım.

havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız hoş olsun.
bitti.

Cumartesi, Aralık 04, 2010

bırakın peşimi vizeler


yok. olmuyor yahu.

ders çalışmak benim tarzım değil. vize zamanları gelip çatınca benim üzerime bir ağırlık çözüyor efendim. bütün gün yataktan çıkmayasım, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar dizi izleyip ağlayasım geliyor. ya da bugünkü gibi iyice delirdiğim zamanlarda kendimi temizliğe veriyorum. hijyen terminatörü oluyorum adeta.

ortaokulda yakaladığım başarıyı neden şimdi yakalayamıyorum tanrım, nedeeeen ? o yıllarda okulun gözbebeği, bilgi yarışmalarının vazgeçilmez üyesi, projelerin aranan ismi idim. adeta küçük bir mükemmel öğrenci. sessiz, çalışkan, terbiyeli vs. sonra liseye başladım. tabi ortaokuldaki başarım sayesinde şehrin en iyi liselerinden birine kapağı attım. derken tam o sırada miskin garfield teması sardı dört bir yanımı. eğlenceli arkadaşlar edindikten sonra tüm lise hayatım okula gidip sabahtan akşama kadar gülmek, eğlenmek üzerine kuruldu. ortalamanın birazcık üzerinde bitirdim böylelikle liseyi. öss zamanı da hafif bir çalışmayla normal bir bölümeye girdim. üniveristede ise lisede birazcıkta olsa var olan çalışma isteğim iyice söndü.
şimdilerde vize akşamları çalışıyorum zorla. o da birilerinin iteklemesiyle. -sağolsun arkadaşım- pazartesi günü yine bir vizem var. ve ben daha hiç çalışmadım. muhtemelen yarın da çalışamayacağım çünkü çok önemli işlerim olacak. önce tüm kitaplığımı boşaltıp yeniden düzenleyeceğim, sonra eski fotoğrafları kronolojik olarak sıraya dizeceğim, e derken manikür pedikür, kıl, tüy meselelerine de girersem akşam oldu bile işte. akşam olunca da erkenden uyurum. malum çok yorulmuş olacağım çünkü.

hadi bana kolay gelsin.

Cuma, Aralık 03, 2010

oh be



buldum. buldum. onları buldum.

hani daha önce size yaşlı bir teyze ile engelli kızından bahsetmiştim. -şurada http://ordeklereneoldu.blogspot.com/2010/06/utanc.html - bugün onları gördüm yeniden. bu kez gittim hemen yanlarına. teyzemden bi paket mendil aldım. aslında çok bir yardımım dokunmadı böyle onlara ama en azından biraz rahatladım. onun hayır duasını almak bile yetti.
mutluyum. mutlu.

Çarşamba, Aralık 01, 2010

firarperest

elif şafak yeni kitabıyla bizlerle.
e görelim o zaman.





boşluk


hayatımın en boktan dönemlerinden birindeyim şu sıralar. belki de yalnızlıktan geberdiğim şu dakikalar yüzünden böyle düşünüyorum şimdi ve sabah kalktığımda her şey yoluna girmiş olacak.

daha önce de söylediğim gibi hissettiklerini aynen dışavurabilen biri değilim ben. yüreğim kan ağlasa da sesim çıkmaz çoğu zaman. gülerim, şakalar yaparım. etrafımdakiler hiçbir şey çakmaz. hatta kızarım bile böyle sorunlarını dışavurup, ergen rolüne bürünenlere. ama ben de insanım yahu. bir yerlere, birilerine haykırmam gerekiyor arada bir. burası da bu yüzden var değil mi?

kendimi hiç bu kadar yalnız hissettiğim olmamıştı uzun zamandır. sanki debeleniyorum bir boşlukta. yapacak hiçbir şeyim yok sanki. hiç kimsem yok sanki. biraz daha uğraşıp derinlere inebilirsem mutsuzluktan ölebilirim bile. yaptığım seçimler sebebiyle şimdi böyle her şey, biliyorum. eğer kendimi asalak bir bit gibi hissediyorsam şu an benden başka kimsenin hatası değildir bu, onu da biliyorum.

bazen diyorum. beni sadece dinleyecek, söylediklerime yorumunu katmayacak biri olsa yanımda. ne güzel olur. sadece dinlenmek istiyorum. sadece birine bir şeyler anlatmak istiyorum. karşılıklı oturalım böyle. içecekler de benden hani. böyle salak salak nefes almaya çalışmam belki o zaman kendimi balkondan sarkıtarak. belki gecenin bir köründe, gözlerim şiş ve kırmızı vaziyette iken boş bir sayfaya bunları yazıyor olmam. belki rahatlarım. ya da belkiler ölür ve hiçbir şey olmaz.

birine ihtiyacım var. beni dinleyecek birine. bıkmayacak birine. yorulmayacak birine.

"işte sana konuşan biri, dilsiz ve dudaksız
durmadan koşan biri, elsiz ayaksız
böyle koşup durmak senin neyine gerek
boşlukta ayaksız yürümek gökteki ay gibi
ben bir denizim kendi içinde taşan
ben bir denizim uçsuz bucaksız
kıyısız, hür bir deniz"

Cumartesi, Kasım 06, 2010

istanbul mu?

İstanbul'da yaşamıyorsan hiçbir şeye hakkın yok. İstanbul'da yaşamıyorsan sen zaten müzikle, edebiyatla, festivallerle, konserlerle ya da bilumum sanatsal etkinliklerle ilgilenmiyorsun demektir. başlarım böyle işe!

Efendim neden tüm güzel şeyler İstanbul il sınırları içinde olmakta. neden yani? tamam güzel şehir, büyük şehir, kültür başkenti vs. ancak 80 milyon kişinin 65 milyonu ne yapacak? İstanbul'a gidemeyenler ne yapacak?

bir metallica gelir, bir santana gelir ne bileyim birileri gelir ama hep İstanbul'a? Bugün de Grange gelmiş tüyap fuarına. kitaplarının büyük bir kısmını okudum, ettim. amma velakin ne oldu o beni değil İstanbul'u tercih etti? Güzel Şehrimiz Bursa'da da her yıl kitap fuarı olmakta. peki neden doğru düzgün bir insanoğlu kalkıp gelmiyor buralara. şaka gibi hala Gülten Dayıoğlu felan geliyor.

filmlerdeki gibi İstanbul'a gidip bi tepeye çıkıp "sen mi büyüksün ben mi büyüğüm istanbul!" diye haykırmak istiyorum. yiter.

Salı, Ağustos 24, 2010

kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı


hayatımda olan değişikliklere yeterince tepki veremediğimi düşünüyorum kimi zaman. ölü gibi, ruhsuz gibi davranıyorum. aslında içimden geçen dalgalar koca bir şehri yutabilir ama dışarıdan bakan biri için eminim gereğinden çok daha sakin ve sessiz hatta aldırmaz görünüyorum. ki aynaya bakınca ben de kendimi öyle görüyorum.

ama ya içim?

insanlara gereğinden fazla önem vermek hep yaptığım bir hata aslında. ne ilk ne de son olacak. kendimden utanıyorum bu yüzden. utanmaktan ziyade kızıyorum aslında. çünkü her defasında çamurun içine batıyorum. ağlamaktan ölüyorum. nefes almak için yüzümü her başka yöne çevirişimde başka bir çamura saplanıyorum. ve yine aynı şeyler. "uslanmaz hüzünbaz" triplerine girmek gibi bi niyetim yok -ki hiç bi zaman da öyle biri olmadım, olamadım- ama artık düşünmekten "neden ben?" deyip durmaktan kafayı yemek üzereyim. ağlamaktan yoruluyorum tek başıma kalınca.

hayatımda en çok nefret ettiğim şeylerin başında belirsizlik gelir. ama şimdi belirsizlikler baktığım her yerde. boğuluyorum. boğuluyorum.

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

?

sanal dünyanın pek az şeyini sevmem aslında sadece. ama gün geçtikçe bu az şeyler artıyor. insanlar reel hayatta sahip olamadıkları cesarete sanal dünyada çok ucuza sahip oluyorlar. bunu da çok güzel bir biçimde kullanıyorlar. birileri yüzünüze tek bir şey söyleyemezken kimliklerini saklayınca aslan kesiliyor. "erkeksen gel yüzüme söyle" diye bağırmak istiyorsunuz ama sanal dünya malum. kime ne diyeceksin? içinde soru işaretleriyle devam ediyorsun hayatına. o muydu? bu muydu? kimdi, kimdi?

kimsin ki?

Salı, Temmuz 06, 2010

tomas berdych


dünyanın en prestijli tenis turnuvası wimbledon'ı geride bıraktık. kadınlarda serena williams, erkeklerde rafael nadal ipi göğüsledi. ancak dikkat çeken isim tomas berdych oldu kesinlikle. çeyrek finalde klasman birincisi roger federer'i, yarı finalde klasman dördüncüsü novak djokovic'i eledi. finalde ise nadal'la karşılaştı ve beklenildiği gibi yenildi. ama dediğim gibi dikkat çekmeyi de başardı. birkaç yıl sonra çok daha iyi yerlerde olacağını ümit ediyorum. başarılarının devamını diliyor, izlemek için sabırsızlanıyoruz.


yalnızlık ömür boyu


"senle beraber olsam da sevgilim,
ayrılsak da ölsek de bu yolda
hep yalnızlık yavrum, yalnızlık ömür boyu
senle beraber olsam da sevgilim
hiç görmesek birbirimizi özlesek, ömür boyu bağlansak da, sevinsek de, üzülsek de
yalnızlık ömür boyu
birden sen gelsen aklıma, seni unutsam bazı bazı, meraklansam gizlice, delice kıskansam seni,
hep yalnızlık var sonunda, yalnızlık ömür boyu"



öyle. yalnızlık ömür boyu.

ben asla inanmıyorum bir insanın kendini tamamen birine açabileceğine. ne olursa olsun arada. aşk, sevgi, hoşgörü, vefa. hayır. kimse kendini kandırmasın "o benim her şeyimi bilir" diye. bilmez. kimse bilemez. annen, baban bilemez. kardeşin bilemez. en yakın arkadaşın bilemez. yatağındaki adam bile bilemez asıl senin kim olduğunu. insan beyni denen şey o kadar karışık ki dilin o beyinden geçen her şeyi kusursuz olarak ki kusursuzdan kastım eksiksiz olarak dışa vurması imkansız bana göre. hareketler zaten palavra. hepimiz bir kibarlık telaşındayız. ağzını yüzünü dağıtmak istediklerimizle gözgöze gelince gülümseyip başımızı başka yöne çeviriyoruz sadece.

tek başınayız şu hayatta. hep yalnızız aslında. bir belediye otobüsü hayatımız. yolcular biniyor, iniyor. koltuklarımıza bir şeyler karalıyorlar yolculuk esnasında canları sıkılırsa. sonra iniyorlar, başkaları giriyor içeri. ama herkes aynı koltuğa oturmadığı için bütün yazılanları göremiyor asla. oturduğu koltukları görüyor sadece. o koltuğun camından bakabiliyor sadece sana. hal böyleyken birilerinin çıkıp "bana senin her şeyini bilirim, ben senin içini okurum vikvikvik..." demesi çok güldürüyor beni. ben bile hakkımdaki her şeyi bilemezken sen nereden biliyorsun nasıl biri olduğumu demek istiyorum böylelerine. kimilerine söylüyorum bunu. kimilerine ise nasıl olsa söylesem de anlamayacak olduklarından bir yorumda bulunmuyorum bu konularda.

"kalabalıklar içinde yalnızım" geyiği o kadar doğru geliyor ki bana bazen. öyle bence. herkes kalabalıklar içinde yalnız. sadece kendini kandırıyor kimisi. "hayır, hayır benim mükemmel bir ailem, kusursuz bi sevgilim, muhteşem arkdaşlarım var. hayat bana güzel" yalan. tuvalette neden tek başına giriyosun kardeşim demek istiyorum böylelerine.

ben yalnızım, dostum! hep yalnızlık yavrum, yalnızlık ömür boyu çünkü.

Cuma, Haziran 18, 2010

yalancı


yalan söylüyorum bazen.

sadece bir kişiye ama. bana en yakın olması gereken kişiye söylüyorum. sonra, neden diye sorunca kendime yani, demek ki bana en yakın değil bana en uzak diyorum. öyle mi ki gerçekten?


ortaokul yıllarımda çok yalan söylerdim. en gereksiz konularda bile. ergenlik ben de yalancılık yan etkisi yapmıştı sanırım. bilemiyorum şimdi nedenini tam olarak. ama ne zaman bir yalan sıksam ortaya bi şekilde döner dolaşır beni bulurdu. ben de "evet, yalan söyledim" deyip durumu kabullenir, pısıp yerime otururdum tabi. sonra, liseye geçince yani bıraktım bu huyumu. büyüdüm ondan tabi. dedim nasıl olsa ben ne zaman yalan söylesem aslı çıkıyor ortaya. en iyisi işin başından, kendimi kasmadan söyliyeyim olanı biteni. ve hiç kimseye hiç bir konuda yalan söylemedim bir daha. tabi işin cılkını çıkarttığım zamanlarda oluyordu. salak bulduğum herkesin yüzüne "çok salaksın", mal bulduğum herkesin yüzüne " tam bir malsın" diyebiliyordum rahatça. ama son aylarda bir kaç tane yalan söyledim. gerçi yalan söyledim denemez. gerçekleri gizliyorum konuları açmayarak. bunu da tek bir kişiye yapıyorum. ve ne zaman sırrım olan konuda bir şeyler yapsam o kişi telefon ediyor, bana ne kadar güvendiğini falan anlatıyor. ağlayacak gibi oluyorum, nefesim kesiliyor. ama lanet olsun ki "hayır, ben öyle değil böyle yapıyorum senin haberin yok" diyemiyorum. neden diyemediğimi şu an için ben de bilmiyorum. mumum ne zaman sönecek acaba, kim bilir?

utanç !


bugün önümden -belki de hayatımdan- yaşlı bi teyze geçti. 80'i çoktan devirmiş gibi bi görüntüsü vardı. bilmiyorum belki de daha gençtir. gerçi yaş demek bir nevi tecrübe değil mi? belli ki teyze bir asırlık tecrübeyle dolup taşıyordu. yaşının bir önemi yok. yüzündeki her çizgi yakıyordu insanın yüreğini. delip geçiyordu işte dokunduğu yeri. her çizgi bir acının mezarı. ve o kadar çok mezar vardı ki yüzünde.


gözleri nemliydi biraz, sırtı kambur, terliklerinin yanları açılmış, yeleğinin rengi solmuş, örtüsü yıpranmış. bir elinde bir sepet. içinde neler vardı tam hatırlayamıyorum şimdi. gözümün önüne gelmiyor. yara bandı mıydı, kağıt mendil miydi karar veremiyorum. diğer elinde ise kızı vardı. 40 yaşlarında muhtemelen. gerçi yaşın önemi yoktu değil mi? kızı özürlüydü yaşlı teyzenin. bedensel değil zihinsel bi engeli vardı. annesinin eline sıkıca yapışmış. belli ki birbirlerinden başka kimseleri yok. yaşlı teyzenin bir elinde sepeti, bir elinde kızı. ve dudaklarında net olarak anlaşılamayan iki hece. "buyrun".


10 saniyeden fazla sürmedi onların gözümün önünden geçip gitmesi. "buyrun" dediler. ve ben buyurmadım. neden? çünkü çok daha önemli bir işim vardı, cüzdanımdaki para çok kıymetliydi çünkü. birazdan arkadaşımla buluşucaktım. bir yerlerde oturup bir şeyler içecek, ve hayatın bizim için ne kadar zor olduğunu falan konuşacaktık. dert yanacaktık birbirimize ve ben buyurmadım. üstüme başıma harcayacağım, karnımı doğru düzgün doyurmayacak birkaç abur cubura vereceğim o kıymetli paralarımı onlardan sakladım. bir de utanmadan gözlerimin önünden geçtikleri o 10 saniye içinde vicdanımı rahatlatmaya çalıştım. "mutlaka biraz olsun paraları vardır. mutlaka evleri vardır, karınlarını doyurabiliyorlardır. hem benim de çok param yok ki" ama o an giydiğim ayakkabılarım nike, pantolonum levi's. "evet evet ben kendi ihtiyaçlarımı zor karşılıyorum" vicdanımı susturmaya çalıştığım o 10 saniye sonunda -ki baktım olmuyor, susmuyor- başımı çevirdim arkaya. gözlerimle aradım onları. ama yoktular. benim gibi bencil ötesi birinin keyfini bekleyecek halleri yoktu elbette. arkalarından gidip gitmemek konusunda bile düşündüm, inanabiliyor musunuz? koşmadım hemen arkalarından. vicdanımı oyaladım belki de. "gitsem de bulamam ki şimdi ben onları." yaklaşık 1 dakika sonra arkadaşım geldi. ona hiç bahsetmedim bu konudan. utandım sanırım bilmiyorum işte. beraber iğrenç hayatlarımızı eleştirdik, bir şeyler tıkındık ve evlerimize geri döndük.


kapıyı açıp evime girdim. koridordaki aynada kendimi gördüm. yansımamla göz göze geldiğim o vakit sanki arkamda yaşlı teyze ve kızı belirdi. hatırladım yaptığımı. kendimden utanarak dakikalarca ağladım aynanın karşısında. "bir kere daha karşılaşsak allahım, tek bir daha. bu kez 1 saniye bile düşünmeyeceğim kendimi. sadece bir kere daha göster onları bana allahım"


evet, ben onlara yardım etmedim. evet, yere düşse belki de eğilip almayacağım kıymetli 1 liramı onlara vermedim. evet, ben buyurmadım. evet, çok utanıyorum.


Salı, Haziran 15, 2010

yazamamak


perşembe günü başlayan tatilim 2 hafta sonra bitecek. perşembe'den beri evden dışarı adımımı atmadığım ilk gün bugün. mutluyum, gururluyum. saat 3 olmak üzere. hala pijamalarımlayım, aşk-ı memnu'yu izliyorum. bu yazıyı yazdıktan sonra da biraz kitap okuyayım diyorum. hayat ne güzel allahım!


dün geceden beri aklımda bir soru... ne yazsam şu bloğa? ama hiçbir şey gelmiyor aklıma nedense. 20 yaşındayım. ve yaklaşık 16'dan beri sanal alemde aktif olarak bir yerlerde yazma çabası içerisindeyim. forumlarda, sözlüklerde yazdım durdum. en son blog işine de gireyim dedim. ama pek olmadı gibime geliyor. çünkü buraya yazma mecburiyetinde hissediyorum kendimi. ve ne zaman kendimi bir mecburiyet içinde hissetsem saçmalar dururum. en son ekşi'de böyle hissetmiştim ki çaylaklığa geri döndüm. hasılı; yazamıyorum. aklımın içindeki baloncukların hepsi bomboş. ben de dedim bi blogları gezeyim bi. bakalım ne yazmış insanlar. aklıma gelir belki bir şeyler. blogları gezerken farkettim ki benim yazamamamın sebebi çok sıradan bir hayatımın olması. millete bakıyorum, biri interrail anılarını paylaşmış, biri gökyüzü dalışı yaparken hissettiklerini yazmış, öteki sevgililerini kaleme almış, bir başkası ailevi sorunlarını yazmış. benimse hayatım biraz sohbet, biraz muhabbet, biraz gezmek, biraz okul üzerine kurulu. normal bir ailem, normal arkadaşlarım ve normal bir hayatım var. millet yazmış bloğuna: "bugün istanbul'da ölmeden önce yapmanız gereken 101 şey kitabını aldık. sevgilimle onları yapmaya başladık" benim hiç böyle hayallerim olamadı. yani böyle okuyunca oha diyorum keşke ben de böyle biri olabilsem. ama yarım saat sonra geçiyor heves falan. amaaan diyorum devir kıçını yat, çok mu sıkıldın, bir heykel turu yap olmadı bir mudanya geçer gider. ee böyle olunca haliyle yazılabilecek kayda değer bir şey de bulamıyorum.


lisedeyken en yakın arkadaşımla hayaller kurardık. üniversite için istanbul'a gidiyoruz. ev tutuyoruz. böyle festivaller, konserler... bohemian rhapsody tarzında bir hayat. peki ne oldu? ben bursa'da kaldım. bi bok yapamadım. arkadaşım istanbul'a gitti. ama o da bana benzediğinden mütevellit tek başına pek bir şey yapamıyor.


offf. öyle sıkıcı bir hayat oldu işte. son 2 senedir kayda değer hiçbir şey yapmadım gibi geliyor. çat pat almanca öğrendim ama bak ona seviniyorum.


şimdi diyeceksiniz ki o zaman ne bok yemeye blog açtın be akıllı? heves işte.

Cuma, Mayıs 28, 2010

ölü ruhlar ormanı


grangé okumayı özlemiş olanlar için yeni kitap raflarda. her zamanki gibi doğan kitap'tan çıkan roman okunmak için bizi bekliyor. ölü ruhlar ormanı adıyla çevrilen bu kitap siyah kan'la başlayan ve şeytan yemini ile devam eden kötülüğün kaynağı serisinden.

okuyalım, okutalım.

Pazar, Mayıs 23, 2010


ellerimizle yok ediyoruz dünyayı. kullandığımız deodorantlar, boşa akıttığımız sular, arabamızdan çıkan egsoz dumanları, ölümüne bir şekilde neden olduğumuz hayvanlar...

bir şeyler yapmanın zamanı gelmedi mi sizce?



Cuma, Mayıs 21, 2010

30 madencinin göçük altında kalmasıyla bir kez daha gündeme geldi iş güvenliği. ve sadece böyle kötü olaylar yaşandığında aklına geliyor insanların.

türkiye'de her 6 dakikada bir iş kazası olmakta, her 6 saatte bir işçi hayatını kaybetmekte ve her 2.5 saatte de bir işçi iş göremez hale gelmekte. her sabah evine ekmek getirmek için yola çıkan 4 işçi geri dönemiyor yuvasına. insan hayatı bu kadar ucuz mu? ve işin ilginç yanı, yapılan araştırmalar sonucu iş kazalarının %98'i önlenebilir kazalar kategorisinde yer alıyor. bunu bile bile sayın başbakan madencilerimizin arkasından, "bu mesleğin de kaderi bu" cümlesini kurup pes dedirtiyor.

iş kazalarının %50'si küçük önlemlerle, %48'i sistemli bir çalışmayla engellenebilir. hal böyleyken nasıl oluyor da bu kazalara neden olanlar "takdir-i ilahi" deyip yataklarında rahat uyuyabiliryorlar? anlamak ne kadar zor değil mi?

ve son olarak;
adem çengel
dursun kartal
erdem alkın
erkan taydemir
hasan akbaba
ilker bebek
ismail fidan
koray kebabcı
murat özkbay
mustafa zoroğlu
ramazan bakıroğlu
sabri özdül
sadık kocakaya
şahin ataman
şahin tavukçu
samet aydın
şeref akdoğan
serkan yılman
veli akyüz
erdem aklın
ahmet karabektaşoğlu
ve henüz ismi açıklanamayan madencilerimiz...

***
mekanınız cennet olsun.

süt


dünya süt gününüz kutlu olsun!


çoğu insan sütü sevmez, biliyorum. çocukken olur olmaz zamanlarda ağızlarına dayatıldığı için bugün uzak duruyorlar. sevmiyorlar. eski günleri hatırlayıp "içmicem yaaağ" diye bağırmak geliyor içlerinden muhtemelen. lakin süt kadar faydalı ve lezzetli başka ne var, azizim? altar'ın oğlu tarkan kurt sütüyle büyümedi mi? hatırlayınız.


süt, hayatın her döneminde mutlak alınması gereken bir besin öğesi. yararları saymakla bitmez. büyüme ve gelişmeyi sağlar. vücudu sağlamlaştırır, güçlendirir. kemik erimesini önler. mikrobik enfeksiyonlara karşı etkilidir. mide rahatsızlıklarını giderir. sindirim sistemini düzene sokar. beyne enerji verir. diş çürüklerini ve kronik bronşiti önler. tansiyonu düşürür. yağsız süt, kolestrolü düşürür. kanserin önlenmesine yardımcı olur. saç ve tırnakların oluşumunda büyük rol oynar. yaşlanmayı geciktirir. cilt üzerinde nemlendirici etki yaparak cildin yıpranmasını engeller. tam bir sağlık deposu anlayacağınız üzere. uzmanlar günde 2 bardak sütün mutlaka içilmesi gerekliliğini vurguluyorlar.


bir konu daha var bahsetmek istediğim ki o da çok önemli. sokak sütü! efendim, her ne kadar son yıllarda biraz olsun önüne geçilmiş olsa da hala sokak sütçülüğü devam etmekte ve halkın sağlığını tehdit etmekte. Süt, mikroorganizmalar için uygun ortam olduğundan çok kısa bir süre içinde bozulabilir. bu nedenle ambalajsız olarak tüketime sunulan sokak sütlerinin dayanma sürelerinin artırılması amacıyla süte karbonat, soda hatta amanyok gibi maddeler katılabiliyor, ayrıca yağı alınıp yerine su konularak yapılan hileler de mevcut. çiğ olarak tüketime sunulan sokak sütlerinde soğuk zincir sağlanamadığından tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde toplam bakteri yükü artıyor ki normalde kabul edilebilir bakteri sayısı 500 iken bu şekilde 100000 lere ulaşıyor bakteriler, bu da ısı ile yok edilemeyen zehirli maddelerin oluşumuna yol açıyor. tüketici, aldığı sokak sütlerinde kontrollü bir ısıtma sağlayamadığından kaynatma ile sütün besin değerinde önemli bir azalmaya ve sütün doğal tadının değişmesine neden oluyor. bu nedenle sokak sütlerine itibar etmemeli artık sütseverler.


dünya süt gününüz tekrar kutlu olsun, efem.

mütemadiyen içiniz.

Perşembe, Mayıs 20, 2010

cover demek ne demek?


bildiğiniz üzere bugünlerde pek bir moda eski şarkıları yeniden söylemek. ıssız adam'la başlayan furya tüm hızıyla devam etmekte. önce oradan araklar başladı. şimdilerde yelpaze biraz daha açıldı. insanlar bu işlerden ekmek yemekte.


en son göksel çıkartmış bir albüm. "hayat rüya gibi". şarkıları gayet iyi seçmiş, güzel yorumlamış vs. ancak efendim bu iş biraz kolaya kaçmak gibi olmuyor mu? sözüm ki göksel'e değil. severim kendisini o ayrı. ama bu yaptığı pek doğru değil kanımca. dinleyici kitlesi hali hazırda zaten var olan şarkıların üzerine konmak biraz adaletsiz geliyor bana.


hatırlarsınız; serdar ortaç birkaç yıl önce "hep aynı tür besteler yapıyorsunuz" sitemine "topu topu 7 tane nota var ben ne yapayım" cevabını vermişti. bu tür cover albümlerde bana bu olayı hatırlatıyor. "şarkı yapılamadığından doğru düzgün, eskileri kullanıyoruz artık". hazır yapılmışı var mantığı.


hasılı kelam, bu iş bu kadar ilerlemeden dur dense iyi olur. nasıl ki futbol takımlarında yabancı oyuncu sayısı sınırlanıyor belli bir sayıda, albümlerde de cover şarkı sayısı sınırlansın. yoksa birkaç yılı artık "yeni şarkı" diye bir şey kalmayacak. benden söylemesi!

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

omelas'ı terk edip gidenler ...


sistemi değiştirmek için içinde mi olmalı yoksa olabildiğince dışarıda mı bulunmalı?


geçenlerde seyrettiğim bir programda okan bayülgen konuktu. izleyicilerden biri kapitalist sisteme, popüler kültüre bu kadar karşıyken neden hala içinde hatta tam merkezinde olduğunu sordu. okan ise "sistemi değiştirmek için sistemin içindeyim ben" cevabını verdi. alalade verilmiş bu cevap üzerinde uzunca bir süre düşündüm bunun nasıl olabileceği konusunda. lakin bir cevap bulamadım. çoğu yerde tıkandım kaldım. sistemi değiştirmek için önce diğerlerine bir şeyler anlatmak gerek. ve günümüzde kitlelere anında, en ucuz ve en kolay ulaşabilen tek iletişim aracı televizyon. okan'da bunu kullanarak popüler kültürün merkezine oturup bu kültürün ne kadar berbat bir şey olduğunu söylüyor. ama yine de popüler kültürü içinde okan bayülgen olduğu için mi yoksa okan bayülgen'i popüler kültür içinde olduğu için mi seviyoruz ikilemine düşüyor insan. acaba bu kadar piyasanın göbeğinde olmasa biraz daha dışarıdan bir şeylere müdahale etmeye çalışsa daha mı çok severdim onu diye geçiyor akıllardan. ve düğümleniyor orada.


tüm bunları düşünürken geçenlerde bir arkadaşım vasıtasıyla okuduğum -ki ona da teşekkür ederim- sizin de bildiğinize inandığım bir öykü geldi aklıma.


"the ones who walk away from omelas"


ursula k. le guin'in bu öyküsünü tekrar okudum bu yazıyı yazmadan önce. ve yeniden tüylerim diken diken oldu? kendi vicdanımı sorguladım. ben omelas'ta olsam omelas'tan çıkıp mı bir şeyler yapmaya çalışırdım yoksa orada kalarak mı? ya da hiçbir şey yapmadan kendi çıkarlarım için başkalarının üzerine mi basardım? henüz bu derin vicdan sorgulamamı bitirmiş değilim, hala düşünüyorum. bir de siz okuyun bakalım şu öyküyü. siz olsanız ne yapardınız?


***


"Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı Yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. İleride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu. Coşkulu! Coşku nasıl anlatılır? Omelas’ın yurttaşları nasıl betimlenebilir? Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada. Kılıç da, kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem. Keşke sizleri inandırabilsem. Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. Ya da hiçbiri olmayabilir: Fark etmez. O size kalmış. Ben, şenliğe birkaç gün kala tepedeki ve kıyıdaki kasabalardan kalkıp Omelas’a gelenlerin çok hızlı küçük trenlere ve iki katlı tramvaylara bindiğini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem Çiftçiler Pazarı kadar cafcaflı olmasa da aslında kentin en güzel binası olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ama trenleri de olsa Omelas, şu ana kadar bazılarımıza “eh idare eder” dedirtiyor korkarım. Tebessümler, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Öyleyse bir de orji ekleyin bari. Orji işinize yararsa hiç çekinmeyin. Ama güzel çıplak rahip ve rahibelerin, yarı esrik bir halde, önlerine ilk çıkan erkek veya kadınla, sevgiliyle veya yabancıyla çiftleşmeye hazır, kanın derin tanrısallığı ile birleşmeye duydukları arzuyla içinden çıkıverdikleri tapınaklar olmasın. İlk düşündüğüm buydu, ama Omelas’ta tapınaklar olmasın daha iyi. Hiç olmazsa insanlı tapınaklar. Dine evet, din adamlarına hayır. Elbette, çıplak güzeller, kendilerini arzulayanların açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi sunarak dolaşabilirler ortalıkta. Onlar da katılsın geçit alayına. Çiftleşenlerin üzerinde davullar gümbürdesin ve gonglarla arzunun zaferi ilan edilsin (ve yabana atılamayacak bir nokta), bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar herkes tarafından sevilsin ve büyütülsün. Bildiğim bir şey varsa o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı. Ama başka ne olmalı? Başlangıçta uyarıcılar olmamalı diye düşünmüştüm, ama pek sofuca bu. Sevenleri varsa, drooz’un hafif, kalıcı ve kararlı tatlılığı doldurabilir kentin sokaklarım. Drooz zihni ve kasları büyük bir ışık ve parıltıyla kaplar önce, birkaç saat sonra bir düş rehavetiyle ve nihayet, evrenin en gizli sırlarıyla ilgili harika görüntülerle birlikte inanılmaz bir cinsel haz uyandırır; üstelik alışkanlık da yapmaz. Daha mütevazı beğeniler için de bira olabilir sanıyorum. Başka ne, başka ne olabilir coşku kentinde? Zafer duygusu elbette, cesaretin kutlanışı. Ama din adamları olmadan yapabiliyoruz madem, askerler de olmasın. Başarılı katliamlara dayalı coşku ‘haklı bir coşku değil; işimize yaramaz, korkunç, basit. Bir dış düşmana karşı olmaktan değil, tüm insanların ruhundaki en güzel ve en haklı şeylerle, dünyadaki yazın ihtişamıyla birleşmekten doğan sınırsız ve cömert mutluluk: Omelas’ın insanlarının göğüslerini kabartan budur ve kutladıkları zafer de dirimin zaferi. Çoğunun drooz’a gerek duyduğunu da sanmıyorum aslında.Yürüyüş alaylarının çoğu Yeşil Çayırlara vardı bile. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından nefis bir yemek kokusu geliyor. Küçük çocukların sevimli incecik yüzleri; bir adamın müşfik aksakalına bir pastanın kırıntıları takılmış. Genç erkekler ve kızlar atlarına bindiler ve başlangıç hattında toplanıyorlar. Ufak tefek, şişman ve güleç yüzlü yaşlı bir kadın elindeki sepetten çiçekler dağıtıyor ve uzun boylu genç erkekler ışıl ışıl saçlarına onun çiçeklerini takıyorlar. Dokuz, on yaşlarında bir çocuk kalabalığın dışında oturmuş, kendi başına kaval çalıyor. İnsanlar dinlemek için susuyor ve gülümsüyorlar. Ama onunla konuşmuyorlar. Çünkü çalmayı hiç bırakmaz, onları hiç görmez, koyu renk gözleri şarkının tatlı, incecik büyüsüne dalmıştır. Bitiriyor ve kavalı tutan ellerini yavaş yavaş indiriyor.Bu küçük özel sessizlik bir işaret vermiş gibi birden başlangıç çizgisinin yakınındaki bir çadırdan bir boru ötüyor; görkemli, hüzünlü, içe işliyor. Atlar arka ayakları üzerinde şahlanıyor, bazıları kişneyerek karşılık veriyor. Ciddi suratlı genç süvariler atlarının boynunu okşayıp yatıştırmak için fısıldıyorlar onlara: “Sakin ol, sakin ol güzelim, sakin ol umudum…” Başlangıç çizgisinde sıra olmaya başladılar. Yarış pisti boyunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz Şenliği başladı. İnanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere. Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: Bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hala orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “İyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. İyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. O kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu. Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı. . Çocuklara, sekiz ile on iki yaşları arasında anlayabilecek duruma geldiklerinde anlatılır ve bu çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla gençlerdir. Ama sık sık yetişkinlerden biri de çocuğu görmeye ya da bir kez daha görmeye gelir. Mesele onlara ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın, bu genç seyirciler gördüklerinden şaşkına döner, sersemleşirler. Aşmış olduklarını sandıkları tiksinti duygusuna kapılırlar. Tüm açıklamalara rağmen öfke, kızgınlık, çaresizlik hissederler. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler. Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu. Koşullar sert ve kesin; çocuğa güzel bir söz bile söylenemez.Genç insanlar çocuğu gördükten ve bu korkunç paradoksla yüz yüze geldikten sonra gözyaşları içinde ya da gözyaşsız bir hiddetle eve dönerler çoğu kez. Haftalar veya yıllar boyu düşünebilirler bunun üzerinde. Ama zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki çocuk salıverilse bile özgürlüğünü elde edemez: Sıcaklık ve yiyeceğin vereceği, küçük, belli belirsiz bir zevk, tamam, ama hepsi bu. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum göstermez. Öyle ki onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolacaktır. Gerçekliğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabullenince bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur. Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun varoluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklara böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk, genç süvariler yazın ilk sabahı, tüm güzellikleriyle gün ışığında yarışmaya hazırlanırken o coşkulu müziği yaratamaz. Şimdi inanıyor musunuz onlara? Daha inanılır oldular değil mi? Ama anlatacağım bir şey daha var ve buna inanmak pek kolay değil. Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler."


Ursula K.Le Guin




Bursaspor !





ve şampiyonluk düğümü çözülür.

bursaspor şampiyondur, kazı çalışmalar işe yaramamıştır.


bursaspor taraftarı yıllardır yürekten inanarak beklediği şampiyonluğa ulaştı birkaç saat önce. ve tüm bursa yeşil-beyaza boyandı. mütevaziliğin ve inancın şampiyonluğudur bu fikrimce.

fenerbahçe camiasının liderliğe oturduğu an "tamam şampiyonuz" demesi ve utanmadan kendi maçı bittikten sonra dahi kendilerini şampiyon sanarak eğlenmesi kadar gülünç bir şey görmedi bu futbol seyircisi. ve aynı futbol seyircisi fb-ts maçının son 30 saniyesinde bile temkinli olan, sevinmek için o 30 saniyeyi bekleyen ertuğrul sağlam'dan başkasını da görmedi.
ve sonuç malum.
hasılı; çok güldük, çok eğlendik bu gece. şampiyonluğu tattık. şarkılar söyledik, davullar çaldık.

diyecek tek bir şey var:


"siz orada sadece beşiktaş'ı değil, anadolu'nun makus talihini de yendiniz."

Pazar, Mayıs 16, 2010

ördeklere ne oldu?

yazmak dışavurumdur. iç dünyamızdaki kasırgaları, tufanları, dehlizleri ya da sonsuzlukları anlatma çabasıdır. tam anlamıyla anlatabilen var mıdır bilmiyorum ama varsa bile o ben değilim, bunu çok iyi biliyorum. kendimi anlatmada çok iyi değilimdir çoğu zaman. cümlelerim "aslında öyle demek istemedim"lerle biter genelde. ama yazmak konusunda biraz daha iddialı olduğumu söyleyebilirim. en azından delete tuşu olduğundan daha kısa ve net şekilde anlatabilirim olanları sanırım.

sanal alemde blog savaşlarının yaşandığı şu dönemde, hiçbir şeyden kusur kalmamak gibi bir hayat amacım olduğundan mütevellit ben de bu yarışa dahil olmak istedim. yazdıklarımı kim okur, neden okur, ne zaman okur gibi soruları bir kenara bırakıp sadece yazmak niyetindeyim. ha, eğer "o kadar yazacak neyin var allasen?" diyecek olursanız ona da verecek cevabım yok. basit bir hayatın ve sıradan fikirlerin dışavurumu olacak muhtemelen yazdıklarım. hayatta en çok yaptığım şey olan saçmalama zevkimi tatmin edeceğim sanırım böylece.

lisedeki edebiyat hocam "ilerde seni bir köşede okumak isterim" derdi ve çok sigara içerdi. eğer hala bir izmarite dönüşmediyse ona ithafen olsun bu blog.

cem'in dediği gibi "blog yazmak uzun bir yoldur" ve mao'nun dediği gibi " yol, her zaman beklediğinizden uzun sürer." olur da birileri fark ederse burayı, okursa yazıdıklarımı şimdiden teşekkür eder, sabır dilerim.

sahi o ördeklere ne oldu?