Cuma, Haziran 18, 2010

yalancı


yalan söylüyorum bazen.

sadece bir kişiye ama. bana en yakın olması gereken kişiye söylüyorum. sonra, neden diye sorunca kendime yani, demek ki bana en yakın değil bana en uzak diyorum. öyle mi ki gerçekten?


ortaokul yıllarımda çok yalan söylerdim. en gereksiz konularda bile. ergenlik ben de yalancılık yan etkisi yapmıştı sanırım. bilemiyorum şimdi nedenini tam olarak. ama ne zaman bir yalan sıksam ortaya bi şekilde döner dolaşır beni bulurdu. ben de "evet, yalan söyledim" deyip durumu kabullenir, pısıp yerime otururdum tabi. sonra, liseye geçince yani bıraktım bu huyumu. büyüdüm ondan tabi. dedim nasıl olsa ben ne zaman yalan söylesem aslı çıkıyor ortaya. en iyisi işin başından, kendimi kasmadan söyliyeyim olanı biteni. ve hiç kimseye hiç bir konuda yalan söylemedim bir daha. tabi işin cılkını çıkarttığım zamanlarda oluyordu. salak bulduğum herkesin yüzüne "çok salaksın", mal bulduğum herkesin yüzüne " tam bir malsın" diyebiliyordum rahatça. ama son aylarda bir kaç tane yalan söyledim. gerçi yalan söyledim denemez. gerçekleri gizliyorum konuları açmayarak. bunu da tek bir kişiye yapıyorum. ve ne zaman sırrım olan konuda bir şeyler yapsam o kişi telefon ediyor, bana ne kadar güvendiğini falan anlatıyor. ağlayacak gibi oluyorum, nefesim kesiliyor. ama lanet olsun ki "hayır, ben öyle değil böyle yapıyorum senin haberin yok" diyemiyorum. neden diyemediğimi şu an için ben de bilmiyorum. mumum ne zaman sönecek acaba, kim bilir?

utanç !


bugün önümden -belki de hayatımdan- yaşlı bi teyze geçti. 80'i çoktan devirmiş gibi bi görüntüsü vardı. bilmiyorum belki de daha gençtir. gerçi yaş demek bir nevi tecrübe değil mi? belli ki teyze bir asırlık tecrübeyle dolup taşıyordu. yaşının bir önemi yok. yüzündeki her çizgi yakıyordu insanın yüreğini. delip geçiyordu işte dokunduğu yeri. her çizgi bir acının mezarı. ve o kadar çok mezar vardı ki yüzünde.


gözleri nemliydi biraz, sırtı kambur, terliklerinin yanları açılmış, yeleğinin rengi solmuş, örtüsü yıpranmış. bir elinde bir sepet. içinde neler vardı tam hatırlayamıyorum şimdi. gözümün önüne gelmiyor. yara bandı mıydı, kağıt mendil miydi karar veremiyorum. diğer elinde ise kızı vardı. 40 yaşlarında muhtemelen. gerçi yaşın önemi yoktu değil mi? kızı özürlüydü yaşlı teyzenin. bedensel değil zihinsel bi engeli vardı. annesinin eline sıkıca yapışmış. belli ki birbirlerinden başka kimseleri yok. yaşlı teyzenin bir elinde sepeti, bir elinde kızı. ve dudaklarında net olarak anlaşılamayan iki hece. "buyrun".


10 saniyeden fazla sürmedi onların gözümün önünden geçip gitmesi. "buyrun" dediler. ve ben buyurmadım. neden? çünkü çok daha önemli bir işim vardı, cüzdanımdaki para çok kıymetliydi çünkü. birazdan arkadaşımla buluşucaktım. bir yerlerde oturup bir şeyler içecek, ve hayatın bizim için ne kadar zor olduğunu falan konuşacaktık. dert yanacaktık birbirimize ve ben buyurmadım. üstüme başıma harcayacağım, karnımı doğru düzgün doyurmayacak birkaç abur cubura vereceğim o kıymetli paralarımı onlardan sakladım. bir de utanmadan gözlerimin önünden geçtikleri o 10 saniye içinde vicdanımı rahatlatmaya çalıştım. "mutlaka biraz olsun paraları vardır. mutlaka evleri vardır, karınlarını doyurabiliyorlardır. hem benim de çok param yok ki" ama o an giydiğim ayakkabılarım nike, pantolonum levi's. "evet evet ben kendi ihtiyaçlarımı zor karşılıyorum" vicdanımı susturmaya çalıştığım o 10 saniye sonunda -ki baktım olmuyor, susmuyor- başımı çevirdim arkaya. gözlerimle aradım onları. ama yoktular. benim gibi bencil ötesi birinin keyfini bekleyecek halleri yoktu elbette. arkalarından gidip gitmemek konusunda bile düşündüm, inanabiliyor musunuz? koşmadım hemen arkalarından. vicdanımı oyaladım belki de. "gitsem de bulamam ki şimdi ben onları." yaklaşık 1 dakika sonra arkadaşım geldi. ona hiç bahsetmedim bu konudan. utandım sanırım bilmiyorum işte. beraber iğrenç hayatlarımızı eleştirdik, bir şeyler tıkındık ve evlerimize geri döndük.


kapıyı açıp evime girdim. koridordaki aynada kendimi gördüm. yansımamla göz göze geldiğim o vakit sanki arkamda yaşlı teyze ve kızı belirdi. hatırladım yaptığımı. kendimden utanarak dakikalarca ağladım aynanın karşısında. "bir kere daha karşılaşsak allahım, tek bir daha. bu kez 1 saniye bile düşünmeyeceğim kendimi. sadece bir kere daha göster onları bana allahım"


evet, ben onlara yardım etmedim. evet, yere düşse belki de eğilip almayacağım kıymetli 1 liramı onlara vermedim. evet, ben buyurmadım. evet, çok utanıyorum.


Salı, Haziran 15, 2010

yazamamak


perşembe günü başlayan tatilim 2 hafta sonra bitecek. perşembe'den beri evden dışarı adımımı atmadığım ilk gün bugün. mutluyum, gururluyum. saat 3 olmak üzere. hala pijamalarımlayım, aşk-ı memnu'yu izliyorum. bu yazıyı yazdıktan sonra da biraz kitap okuyayım diyorum. hayat ne güzel allahım!


dün geceden beri aklımda bir soru... ne yazsam şu bloğa? ama hiçbir şey gelmiyor aklıma nedense. 20 yaşındayım. ve yaklaşık 16'dan beri sanal alemde aktif olarak bir yerlerde yazma çabası içerisindeyim. forumlarda, sözlüklerde yazdım durdum. en son blog işine de gireyim dedim. ama pek olmadı gibime geliyor. çünkü buraya yazma mecburiyetinde hissediyorum kendimi. ve ne zaman kendimi bir mecburiyet içinde hissetsem saçmalar dururum. en son ekşi'de böyle hissetmiştim ki çaylaklığa geri döndüm. hasılı; yazamıyorum. aklımın içindeki baloncukların hepsi bomboş. ben de dedim bi blogları gezeyim bi. bakalım ne yazmış insanlar. aklıma gelir belki bir şeyler. blogları gezerken farkettim ki benim yazamamamın sebebi çok sıradan bir hayatımın olması. millete bakıyorum, biri interrail anılarını paylaşmış, biri gökyüzü dalışı yaparken hissettiklerini yazmış, öteki sevgililerini kaleme almış, bir başkası ailevi sorunlarını yazmış. benimse hayatım biraz sohbet, biraz muhabbet, biraz gezmek, biraz okul üzerine kurulu. normal bir ailem, normal arkadaşlarım ve normal bir hayatım var. millet yazmış bloğuna: "bugün istanbul'da ölmeden önce yapmanız gereken 101 şey kitabını aldık. sevgilimle onları yapmaya başladık" benim hiç böyle hayallerim olamadı. yani böyle okuyunca oha diyorum keşke ben de böyle biri olabilsem. ama yarım saat sonra geçiyor heves falan. amaaan diyorum devir kıçını yat, çok mu sıkıldın, bir heykel turu yap olmadı bir mudanya geçer gider. ee böyle olunca haliyle yazılabilecek kayda değer bir şey de bulamıyorum.


lisedeyken en yakın arkadaşımla hayaller kurardık. üniversite için istanbul'a gidiyoruz. ev tutuyoruz. böyle festivaller, konserler... bohemian rhapsody tarzında bir hayat. peki ne oldu? ben bursa'da kaldım. bi bok yapamadım. arkadaşım istanbul'a gitti. ama o da bana benzediğinden mütevellit tek başına pek bir şey yapamıyor.


offf. öyle sıkıcı bir hayat oldu işte. son 2 senedir kayda değer hiçbir şey yapmadım gibi geliyor. çat pat almanca öğrendim ama bak ona seviniyorum.


şimdi diyeceksiniz ki o zaman ne bok yemeye blog açtın be akıllı? heves işte.