Cuma, Mayıs 28, 2010

ölü ruhlar ormanı


grangé okumayı özlemiş olanlar için yeni kitap raflarda. her zamanki gibi doğan kitap'tan çıkan roman okunmak için bizi bekliyor. ölü ruhlar ormanı adıyla çevrilen bu kitap siyah kan'la başlayan ve şeytan yemini ile devam eden kötülüğün kaynağı serisinden.

okuyalım, okutalım.

Pazar, Mayıs 23, 2010


ellerimizle yok ediyoruz dünyayı. kullandığımız deodorantlar, boşa akıttığımız sular, arabamızdan çıkan egsoz dumanları, ölümüne bir şekilde neden olduğumuz hayvanlar...

bir şeyler yapmanın zamanı gelmedi mi sizce?



Cuma, Mayıs 21, 2010

30 madencinin göçük altında kalmasıyla bir kez daha gündeme geldi iş güvenliği. ve sadece böyle kötü olaylar yaşandığında aklına geliyor insanların.

türkiye'de her 6 dakikada bir iş kazası olmakta, her 6 saatte bir işçi hayatını kaybetmekte ve her 2.5 saatte de bir işçi iş göremez hale gelmekte. her sabah evine ekmek getirmek için yola çıkan 4 işçi geri dönemiyor yuvasına. insan hayatı bu kadar ucuz mu? ve işin ilginç yanı, yapılan araştırmalar sonucu iş kazalarının %98'i önlenebilir kazalar kategorisinde yer alıyor. bunu bile bile sayın başbakan madencilerimizin arkasından, "bu mesleğin de kaderi bu" cümlesini kurup pes dedirtiyor.

iş kazalarının %50'si küçük önlemlerle, %48'i sistemli bir çalışmayla engellenebilir. hal böyleyken nasıl oluyor da bu kazalara neden olanlar "takdir-i ilahi" deyip yataklarında rahat uyuyabiliryorlar? anlamak ne kadar zor değil mi?

ve son olarak;
adem çengel
dursun kartal
erdem alkın
erkan taydemir
hasan akbaba
ilker bebek
ismail fidan
koray kebabcı
murat özkbay
mustafa zoroğlu
ramazan bakıroğlu
sabri özdül
sadık kocakaya
şahin ataman
şahin tavukçu
samet aydın
şeref akdoğan
serkan yılman
veli akyüz
erdem aklın
ahmet karabektaşoğlu
ve henüz ismi açıklanamayan madencilerimiz...

***
mekanınız cennet olsun.

süt


dünya süt gününüz kutlu olsun!


çoğu insan sütü sevmez, biliyorum. çocukken olur olmaz zamanlarda ağızlarına dayatıldığı için bugün uzak duruyorlar. sevmiyorlar. eski günleri hatırlayıp "içmicem yaaağ" diye bağırmak geliyor içlerinden muhtemelen. lakin süt kadar faydalı ve lezzetli başka ne var, azizim? altar'ın oğlu tarkan kurt sütüyle büyümedi mi? hatırlayınız.


süt, hayatın her döneminde mutlak alınması gereken bir besin öğesi. yararları saymakla bitmez. büyüme ve gelişmeyi sağlar. vücudu sağlamlaştırır, güçlendirir. kemik erimesini önler. mikrobik enfeksiyonlara karşı etkilidir. mide rahatsızlıklarını giderir. sindirim sistemini düzene sokar. beyne enerji verir. diş çürüklerini ve kronik bronşiti önler. tansiyonu düşürür. yağsız süt, kolestrolü düşürür. kanserin önlenmesine yardımcı olur. saç ve tırnakların oluşumunda büyük rol oynar. yaşlanmayı geciktirir. cilt üzerinde nemlendirici etki yaparak cildin yıpranmasını engeller. tam bir sağlık deposu anlayacağınız üzere. uzmanlar günde 2 bardak sütün mutlaka içilmesi gerekliliğini vurguluyorlar.


bir konu daha var bahsetmek istediğim ki o da çok önemli. sokak sütü! efendim, her ne kadar son yıllarda biraz olsun önüne geçilmiş olsa da hala sokak sütçülüğü devam etmekte ve halkın sağlığını tehdit etmekte. Süt, mikroorganizmalar için uygun ortam olduğundan çok kısa bir süre içinde bozulabilir. bu nedenle ambalajsız olarak tüketime sunulan sokak sütlerinin dayanma sürelerinin artırılması amacıyla süte karbonat, soda hatta amanyok gibi maddeler katılabiliyor, ayrıca yağı alınıp yerine su konularak yapılan hileler de mevcut. çiğ olarak tüketime sunulan sokak sütlerinde soğuk zincir sağlanamadığından tüketiciye ulaşana kadar geçen taşıma sürecinde toplam bakteri yükü artıyor ki normalde kabul edilebilir bakteri sayısı 500 iken bu şekilde 100000 lere ulaşıyor bakteriler, bu da ısı ile yok edilemeyen zehirli maddelerin oluşumuna yol açıyor. tüketici, aldığı sokak sütlerinde kontrollü bir ısıtma sağlayamadığından kaynatma ile sütün besin değerinde önemli bir azalmaya ve sütün doğal tadının değişmesine neden oluyor. bu nedenle sokak sütlerine itibar etmemeli artık sütseverler.


dünya süt gününüz tekrar kutlu olsun, efem.

mütemadiyen içiniz.

Perşembe, Mayıs 20, 2010

cover demek ne demek?


bildiğiniz üzere bugünlerde pek bir moda eski şarkıları yeniden söylemek. ıssız adam'la başlayan furya tüm hızıyla devam etmekte. önce oradan araklar başladı. şimdilerde yelpaze biraz daha açıldı. insanlar bu işlerden ekmek yemekte.


en son göksel çıkartmış bir albüm. "hayat rüya gibi". şarkıları gayet iyi seçmiş, güzel yorumlamış vs. ancak efendim bu iş biraz kolaya kaçmak gibi olmuyor mu? sözüm ki göksel'e değil. severim kendisini o ayrı. ama bu yaptığı pek doğru değil kanımca. dinleyici kitlesi hali hazırda zaten var olan şarkıların üzerine konmak biraz adaletsiz geliyor bana.


hatırlarsınız; serdar ortaç birkaç yıl önce "hep aynı tür besteler yapıyorsunuz" sitemine "topu topu 7 tane nota var ben ne yapayım" cevabını vermişti. bu tür cover albümlerde bana bu olayı hatırlatıyor. "şarkı yapılamadığından doğru düzgün, eskileri kullanıyoruz artık". hazır yapılmışı var mantığı.


hasılı kelam, bu iş bu kadar ilerlemeden dur dense iyi olur. nasıl ki futbol takımlarında yabancı oyuncu sayısı sınırlanıyor belli bir sayıda, albümlerde de cover şarkı sayısı sınırlansın. yoksa birkaç yılı artık "yeni şarkı" diye bir şey kalmayacak. benden söylemesi!

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

omelas'ı terk edip gidenler ...


sistemi değiştirmek için içinde mi olmalı yoksa olabildiğince dışarıda mı bulunmalı?


geçenlerde seyrettiğim bir programda okan bayülgen konuktu. izleyicilerden biri kapitalist sisteme, popüler kültüre bu kadar karşıyken neden hala içinde hatta tam merkezinde olduğunu sordu. okan ise "sistemi değiştirmek için sistemin içindeyim ben" cevabını verdi. alalade verilmiş bu cevap üzerinde uzunca bir süre düşündüm bunun nasıl olabileceği konusunda. lakin bir cevap bulamadım. çoğu yerde tıkandım kaldım. sistemi değiştirmek için önce diğerlerine bir şeyler anlatmak gerek. ve günümüzde kitlelere anında, en ucuz ve en kolay ulaşabilen tek iletişim aracı televizyon. okan'da bunu kullanarak popüler kültürün merkezine oturup bu kültürün ne kadar berbat bir şey olduğunu söylüyor. ama yine de popüler kültürü içinde okan bayülgen olduğu için mi yoksa okan bayülgen'i popüler kültür içinde olduğu için mi seviyoruz ikilemine düşüyor insan. acaba bu kadar piyasanın göbeğinde olmasa biraz daha dışarıdan bir şeylere müdahale etmeye çalışsa daha mı çok severdim onu diye geçiyor akıllardan. ve düğümleniyor orada.


tüm bunları düşünürken geçenlerde bir arkadaşım vasıtasıyla okuduğum -ki ona da teşekkür ederim- sizin de bildiğinize inandığım bir öykü geldi aklıma.


"the ones who walk away from omelas"


ursula k. le guin'in bu öyküsünü tekrar okudum bu yazıyı yazmadan önce. ve yeniden tüylerim diken diken oldu? kendi vicdanımı sorguladım. ben omelas'ta olsam omelas'tan çıkıp mı bir şeyler yapmaya çalışırdım yoksa orada kalarak mı? ya da hiçbir şey yapmadan kendi çıkarlarım için başkalarının üzerine mi basardım? henüz bu derin vicdan sorgulamamı bitirmiş değilim, hala düşünüyorum. bir de siz okuyun bakalım şu öyküyü. siz olsanız ne yapardınız?


***


"Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı Yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. İleride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu. Coşkulu! Coşku nasıl anlatılır? Omelas’ın yurttaşları nasıl betimlenebilir? Mutlu olsalar da basit insanlar değillerdi, anlıyor musunuz? Oysa bizler, neşe sözcüklerini pek söylemiyoruz artık. Tüm tebessümler miladını doldurdu. Böyle bir betimlemeyle karşılaşınca insan belli varsayımlar yapmaya meylediyor. Böyle bir betimleme ile karşılaşınca gözler, soylu şövalyelerin etrafını çevrelediği muhteşem bir aygıra ya da belki de kaslı kölelerce taşınan altın kakmalın bir tahtırevana kurulmuş bir kral arıyor hemen. Ama kral yoktu burada. Kılıç da, kullanmıyorlardı, köleleri de yoktu. Barbar değillerdi. Toplumlarının kurallarını ve yasalarını bilmiyorum, ama pek az sayıda kural ve yasaları olduğunu sanıyorum. Monarşi ve kölelik olmadan yaşadıkları gibi, işlerini borsa, reklâmlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlardı. Yine de tekrarlıyorum, basit insanlar değillerdi; kendi halinde çobanlar, soylu vahşiler, safiyane ütopyacılar değildiler. Bizden daha az karmaşık değillerdi. Sorun şu; ukalalarla züppelerin kışkırttığı kötü bir alışkanlığımız var bizim, mutluluğu aptalca bir şey gibi görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. Onlarla baş edemiyorsan onlara katıl. Canını yakıyorsa yinele. Oysa acıyı yüceltmek sevinci lanetlemektir, şiddeti kucaklamak bütün diğer şeyleri elden kaçırmaktır. Handiyse, hiçbir dayanağımız kalmadı; mutlu bir insanı betimleyemiyoruz artık, neşenin değerini bilmiyoruz. Omelas’ın insanlarını nasıl anlatabilirim ben sizlere? Saf ve mutlu çocuklar değil onlar; onların çocukları mutlu ama. Onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu yetişkinler. Ey mucize! Ah keşke daha iyi betimleyebilsem. Keşke sizleri inandırabilsem. Omelas, benim sözcüklerimle, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyor. Belki de en iyisi onu kendi düş gücünüzle kurmanız, düşlerinizin gerçek olduğunu varsaymanız; zira hepinizi memnun edemem tabii ki ben. Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayırım yapılmasına dayanır. Orta kategoridekilere gelince -gereksiz ama zararsız şeyler, konfor, lüks, gösteriş, vesaire- merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve burada henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları, nezleye karşı çareleri olabilir pekâlâ. Ya da hiçbiri olmayabilir: Fark etmez. O size kalmış. Ben, şenliğe birkaç gün kala tepedeki ve kıyıdaki kasabalardan kalkıp Omelas’a gelenlerin çok hızlı küçük trenlere ve iki katlı tramvaylara bindiğini ve Omelas tren istasyonunun, muhteşem Çiftçiler Pazarı kadar cafcaflı olmasa da aslında kentin en güzel binası olduğunu düşünme eğilimindeyim. Ama trenleri de olsa Omelas, şu ana kadar bazılarımıza “eh idare eder” dedirtiyor korkarım. Tebessümler, çanlar, geçit alayları, atlar, eh. Öyleyse bir de orji ekleyin bari. Orji işinize yararsa hiç çekinmeyin. Ama güzel çıplak rahip ve rahibelerin, yarı esrik bir halde, önlerine ilk çıkan erkek veya kadınla, sevgiliyle veya yabancıyla çiftleşmeye hazır, kanın derin tanrısallığı ile birleşmeye duydukları arzuyla içinden çıkıverdikleri tapınaklar olmasın. İlk düşündüğüm buydu, ama Omelas’ta tapınaklar olmasın daha iyi. Hiç olmazsa insanlı tapınaklar. Dine evet, din adamlarına hayır. Elbette, çıplak güzeller, kendilerini arzulayanların açlığına ve tenin hazzına kutsal bir tatlı gibi sunarak dolaşabilirler ortalıkta. Onlar da katılsın geçit alayına. Çiftleşenlerin üzerinde davullar gümbürdesin ve gonglarla arzunun zaferi ilan edilsin (ve yabana atılamayacak bir nokta), bu haz dolu ayinlerden doğan çocuklar herkes tarafından sevilsin ve büyütülsün. Bildiğim bir şey varsa o da Omelas’ta suçluluk duygusu olmadığı. Ama başka ne olmalı? Başlangıçta uyarıcılar olmamalı diye düşünmüştüm, ama pek sofuca bu. Sevenleri varsa, drooz’un hafif, kalıcı ve kararlı tatlılığı doldurabilir kentin sokaklarım. Drooz zihni ve kasları büyük bir ışık ve parıltıyla kaplar önce, birkaç saat sonra bir düş rehavetiyle ve nihayet, evrenin en gizli sırlarıyla ilgili harika görüntülerle birlikte inanılmaz bir cinsel haz uyandırır; üstelik alışkanlık da yapmaz. Daha mütevazı beğeniler için de bira olabilir sanıyorum. Başka ne, başka ne olabilir coşku kentinde? Zafer duygusu elbette, cesaretin kutlanışı. Ama din adamları olmadan yapabiliyoruz madem, askerler de olmasın. Başarılı katliamlara dayalı coşku ‘haklı bir coşku değil; işimize yaramaz, korkunç, basit. Bir dış düşmana karşı olmaktan değil, tüm insanların ruhundaki en güzel ve en haklı şeylerle, dünyadaki yazın ihtişamıyla birleşmekten doğan sınırsız ve cömert mutluluk: Omelas’ın insanlarının göğüslerini kabartan budur ve kutladıkları zafer de dirimin zaferi. Çoğunun drooz’a gerek duyduğunu da sanmıyorum aslında.Yürüyüş alaylarının çoğu Yeşil Çayırlara vardı bile. Yeşil ve mavi mutfak çadırlarından nefis bir yemek kokusu geliyor. Küçük çocukların sevimli incecik yüzleri; bir adamın müşfik aksakalına bir pastanın kırıntıları takılmış. Genç erkekler ve kızlar atlarına bindiler ve başlangıç hattında toplanıyorlar. Ufak tefek, şişman ve güleç yüzlü yaşlı bir kadın elindeki sepetten çiçekler dağıtıyor ve uzun boylu genç erkekler ışıl ışıl saçlarına onun çiçeklerini takıyorlar. Dokuz, on yaşlarında bir çocuk kalabalığın dışında oturmuş, kendi başına kaval çalıyor. İnsanlar dinlemek için susuyor ve gülümsüyorlar. Ama onunla konuşmuyorlar. Çünkü çalmayı hiç bırakmaz, onları hiç görmez, koyu renk gözleri şarkının tatlı, incecik büyüsüne dalmıştır. Bitiriyor ve kavalı tutan ellerini yavaş yavaş indiriyor.Bu küçük özel sessizlik bir işaret vermiş gibi birden başlangıç çizgisinin yakınındaki bir çadırdan bir boru ötüyor; görkemli, hüzünlü, içe işliyor. Atlar arka ayakları üzerinde şahlanıyor, bazıları kişneyerek karşılık veriyor. Ciddi suratlı genç süvariler atlarının boynunu okşayıp yatıştırmak için fısıldıyorlar onlara: “Sakin ol, sakin ol güzelim, sakin ol umudum…” Başlangıç çizgisinde sıra olmaya başladılar. Yarış pisti boyunca uzanan kalabalıklar rüzgârda sallanan bir çimen ve çiçek tarlasına benziyor. Yaz Şenliği başladı. İnanıyor musunuz? Şenliği, kenti, coşkuyu kabul ediyor musunuz? Hayır mı? Öyleyse bir şey daha anlatayım sizlere. Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: Bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. Bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hala orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “İyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. İyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. O kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu. Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı. . Çocuklara, sekiz ile on iki yaşları arasında anlayabilecek duruma geldiklerinde anlatılır ve bu çocuğu görmeye gelenler çoğunlukla gençlerdir. Ama sık sık yetişkinlerden biri de çocuğu görmeye ya da bir kez daha görmeye gelir. Mesele onlara ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın, bu genç seyirciler gördüklerinden şaşkına döner, sersemleşirler. Aşmış olduklarını sandıkları tiksinti duygusuna kapılırlar. Tüm açıklamalara rağmen öfke, kızgınlık, çaresizlik hissederler. Çocuk için bir şeyler yapmak isterler. Ama ellerinden gelen hiçbir şey yoktur. Eğer çocuk, o iğrenç yerden gün ışığına çıkarılırsa, temizlenir, beslenir ve rahat ettirilirse bu iyi bir şey olacaktır, doğru; fakat bu yapılırsa eğer, o gün ve o saatte ‘Omelas’ın tüm refahı, güzelliği ve hazzı yok olacak, yıkılacaktır. Koşullar bunlardır. Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu. Koşullar sert ve kesin; çocuğa güzel bir söz bile söylenemez.Genç insanlar çocuğu gördükten ve bu korkunç paradoksla yüz yüze geldikten sonra gözyaşları içinde ya da gözyaşsız bir hiddetle eve dönerler çoğu kez. Haftalar veya yıllar boyu düşünebilirler bunun üzerinde. Ama zaman geçtikçe anlamaya başlarlar ki çocuk salıverilse bile özgürlüğünü elde edemez: Sıcaklık ve yiyeceğin vereceği, küçük, belli belirsiz bir zevk, tamam, ama hepsi bu. Gerçek bir coşkuyu tanımayacak kadar aşağılanmış ve aptallaşmıştır. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun bir süre korkarak yaşamıştır. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum göstermez. Öyle ki onu koruyacak duvarlar, gözleri için karanlık ve üstüne tüneyeceği dışkı olmazsa mahvolacaktır. Gerçekliğin korkunç adaletini anlamaya başlayıp kabullenince bu acı adaletsizlik için akıttıkları gözyaşları kurur. Yine de gözyaşları ve öfkeleri, iyiliklerini sınamaları ve çaresizliklerini kabullenmeleridir belki de yaşamlarındaki ihtişamın gerçek kaynağı. Mutlulukları ruhsuz, sorumsuz bir mutluluk değildir. Çocuk gibi kendilerinin de özgür olmadıklarını bilirler. Duygudaşlığı bilirler. Mimarilerini soylu kılan, müziklerine o görkemi veren, bilimlerini yücelten şey, işte bu çocuğun varoluşu ve onun varlığını bilmeleridir. O çocuk sayesinde çocuklara böylesine iyi davranırlar. Bilirler ki zavallı çocuk karanlıkta acı çekmezse öteki, flüt çalan çocuk, genç süvariler yazın ilk sabahı, tüm güzellikleriyle gün ışığında yarışmaya hazırlanırken o coşkulu müziği yaratamaz. Şimdi inanıyor musunuz onlara? Daha inanılır oldular değil mi? Ama anlatacağım bir şey daha var ve buna inanmak pek kolay değil. Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler."


Ursula K.Le Guin




Bursaspor !





ve şampiyonluk düğümü çözülür.

bursaspor şampiyondur, kazı çalışmalar işe yaramamıştır.


bursaspor taraftarı yıllardır yürekten inanarak beklediği şampiyonluğa ulaştı birkaç saat önce. ve tüm bursa yeşil-beyaza boyandı. mütevaziliğin ve inancın şampiyonluğudur bu fikrimce.

fenerbahçe camiasının liderliğe oturduğu an "tamam şampiyonuz" demesi ve utanmadan kendi maçı bittikten sonra dahi kendilerini şampiyon sanarak eğlenmesi kadar gülünç bir şey görmedi bu futbol seyircisi. ve aynı futbol seyircisi fb-ts maçının son 30 saniyesinde bile temkinli olan, sevinmek için o 30 saniyeyi bekleyen ertuğrul sağlam'dan başkasını da görmedi.
ve sonuç malum.
hasılı; çok güldük, çok eğlendik bu gece. şampiyonluğu tattık. şarkılar söyledik, davullar çaldık.

diyecek tek bir şey var:


"siz orada sadece beşiktaş'ı değil, anadolu'nun makus talihini de yendiniz."

Pazar, Mayıs 16, 2010

ördeklere ne oldu?

yazmak dışavurumdur. iç dünyamızdaki kasırgaları, tufanları, dehlizleri ya da sonsuzlukları anlatma çabasıdır. tam anlamıyla anlatabilen var mıdır bilmiyorum ama varsa bile o ben değilim, bunu çok iyi biliyorum. kendimi anlatmada çok iyi değilimdir çoğu zaman. cümlelerim "aslında öyle demek istemedim"lerle biter genelde. ama yazmak konusunda biraz daha iddialı olduğumu söyleyebilirim. en azından delete tuşu olduğundan daha kısa ve net şekilde anlatabilirim olanları sanırım.

sanal alemde blog savaşlarının yaşandığı şu dönemde, hiçbir şeyden kusur kalmamak gibi bir hayat amacım olduğundan mütevellit ben de bu yarışa dahil olmak istedim. yazdıklarımı kim okur, neden okur, ne zaman okur gibi soruları bir kenara bırakıp sadece yazmak niyetindeyim. ha, eğer "o kadar yazacak neyin var allasen?" diyecek olursanız ona da verecek cevabım yok. basit bir hayatın ve sıradan fikirlerin dışavurumu olacak muhtemelen yazdıklarım. hayatta en çok yaptığım şey olan saçmalama zevkimi tatmin edeceğim sanırım böylece.

lisedeki edebiyat hocam "ilerde seni bir köşede okumak isterim" derdi ve çok sigara içerdi. eğer hala bir izmarite dönüşmediyse ona ithafen olsun bu blog.

cem'in dediği gibi "blog yazmak uzun bir yoldur" ve mao'nun dediği gibi " yol, her zaman beklediğinizden uzun sürer." olur da birileri fark ederse burayı, okursa yazıdıklarımı şimdiden teşekkür eder, sabır dilerim.

sahi o ördeklere ne oldu?