"sen ne güzel güldün, solmuyordun.
hem çok seviyordun hem beni yormuyordun."
mümkün mü böylesi?
Perşembe, Şubat 21, 2013
Pazar, Şubat 10, 2013
gece
Geceyi severim. En az yolculukları sevdiğim kadar. Gece yolculuklarını ise ne kadar sevdiğimi söylememe gerek bile yok sanırım. Neyse konumuz yolculuk değil, gece. İnsan kendini gece bulur. Olmak istediği kişi olur. Gevşer, rahatlar. Sessiz bi gecenin verdiği huzuru, dinlendiriciliği başka hiçbir yerde bulamaz insan.
Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir - belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerinde nadiren durup düşünürüz. Her allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz.
Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil.
Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize "seni seviyorum" dedirtir. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.
Öyle güzeldir gece. Böyle güzeldir gece.
"Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. Yaşam, gecenin konusudur." Burası da benim her gece yaşam alanım.
Çarşamba, Şubat 06, 2013
Nasıl anlatsam, nerden başlasam?
O kadar zaman oldu ki yazmayalı.
Ne yazmam gerek onu da bilmiyorum ya. Her gece ayaktayım, O kadar çok tek başıma vakit geçiriyorum ki aslında her şey blog yazmak için müsait. Ama ben ne zaman açsam şu boş sayfayı hep kilitlenip kalıyorum. Yazmak istiyorum, yazamıyorum. Bazen, en çok konuşmak istediğin anlarda konuşmayı bırak iki kelimeyi bile bir araya getiremezsin ya hani işte öyle bir şey!
Ne yazmam gerek onu da bilmiyorum ya. Her gece ayaktayım, O kadar çok tek başıma vakit geçiriyorum ki aslında her şey blog yazmak için müsait. Ama ben ne zaman açsam şu boş sayfayı hep kilitlenip kalıyorum. Yazmak istiyorum, yazamıyorum. Bazen, en çok konuşmak istediğin anlarda konuşmayı bırak iki kelimeyi bile bir araya getiremezsin ya hani işte öyle bir şey!
İtiraf etmek gerekirse bilinç olarak hayatımı sürdürmeye başladığımdan beri kontrollü bi tip oldum. Düşüncelerim, hareketlerim, hisselerim hepsi kontrolüm altında oldu hep. Sınırlarımın dışına çıkmalarına izin vermedim, veremedim.Ama çok yoruldum. Düşünmekten yorulur mu bi insan? Ben yoruldum. Düşünmemek için ne yapacağımı şaşırdığım, kendimi nerelere vuracağımı bilemediğim o kadar çok gün oldu ki. Ama artık yeni bi'şey öğrendim. Oluruna bırakmak. İşe de yarıyor gibi. En azından günü kurtarıyor. Anlık kararlarla ne istersem onu yapıyorum. Geçmişi veya geleceği sorgulamadan, umursamadan. Çok kolay oluyor. Pişman olsam bile uzun sürmüyor. Çünkü oluruna bırakma işine girdiğimden beri kendime karşı da daha toleranslı olmayı öğrendim sanırım. Eğer dedikleri gibi hayat acaba ihtimalinin verdiği heyecanla, yine mi hissinin verdiği hayal kırıklığı arasında yaşanan gelgitten ibaretse kontrol fazla da bi'şeyi değiştirmeyecekti zaten. Ne kadar böyle sürer, nereye kadar gider bilmiyorum. Duvara toslayana kadar galiba. Olsun. OLSUN.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)