Cuma, Aralık 31, 2010

yeni


adet olduğu üzere bir yeni yıl postu gireyim.

2010, her sene olduğu gibi sıradan geçti. 2011'den de beklentim aynı sıradanlığı koruması. ki 20 yıldır bu böyle olduğuna göre sıradanlık konusunda 2011'den eminim diyebilirim. anlayamadığım şey benim için bu kadar sıradan olan, bir yılın bitip diğerinin başlaması olayı herkese garip, ilginç ve heyecanlı geliyor. dışarı çıkıyoruz, görüyoruz. her yerde çam ağaçları. hediyeler, çılgınca alışveriş, yılbaşı gecesi planları vs. bir sakin olun azizim. bu ne heyecan böyle. gerek yok. benim planıma gelince; deliler gibi mandalina yiyip, tombala oynayacağım. mutluluk!

dipnot: 2011, senden bir şey beklemiyorum. beklesem de istediklerimin olmayacağını adım gibi biliyorum zira. ama yine de ... 35 trilyon bana çıksın lan!

Cumartesi, Aralık 25, 2010

dışavurum mudur?


küçükmüşüm ben o zamanlar. içimde bir neşe. üçgenlerim varmış benim.tepesinde çoğul ekleri, köşelerinde biz. yetmemiş sonra dörtgenlerim, çokgenlerim. dahası çemberlerim karmaşık koordinatları olan. çemberin içi, çemberin dışı. unutmadan en sevdiğim sanat dalı baleymiş. yutturmuşum. ne çocukmuşum. buradan bakınca ne kadar mutluymuşum. çoğul sevdalarda koşuyormuşum. saklamayı bile bilmiyor, sevgi çoğul ekler alır sanıyormuşum. sevginin çokluk ekleri aldığı doğruymuş da ben o zaman sevgimi aşk sanıyormuşum. içim pür neşe. ölümü unuttuğumu hatırlamak gibi açmazlarım yokmuş henüz. yürüyen iki bacaklı yaratıklarla sorunum yokmuş. kaybettiğim her neyse, aramaya gitmemişim daha. düşününce, ne kadar mutluymuşum. şimdilerde büyüdüğümü kimse kabul etmiyor, ben dahil. çocuğum hala. yalnız acıktım, susadım. en kötüsü tepeden tırnağa tere battım. güneşin neden her gün doğudan doğup batıdan battığına dair merak mı yordu beni bilmem. bildiğim; " deli saçmalarım" var benim, renklerini üstüme başıma bulaştırdığım düşlerim. sonra uçmayan balonlarım var, dağlarda şarkılara eşlik ederken sımsıkı tuttuğum. en çok ayın cezbesinde olduğumdan mıdır, gelgitlerim var. seyrini şaşıran düşüncelere, içine çeken boşluklarına tahammülü kalmayan başımı koyacak yastığım var.

buralar hoşça kalsın.

Cuma, Aralık 24, 2010

sıkılırken


sıkıcı bir gün.

hava güzel lakin dışarı çıkmak istemiyor canım. puzzle yapayım dedim, sıkıldım. kitap okumalıyım. cebi delik. paul auster'ın. o da sarmıyor şu an. belki sonra.

tv'de su gibi diye bir şey var. tipik evlilik programı. tonton bir amca çıktı biraz önce 80 yaşında imiş. 70'lerinde olan bir kadına talip. adam kanada'dan emekli. marmaris'te yaşıyor. aylık 5.000 tl gelir. üstelik kenan paşa'ya komşu imiş. teytey. kadın pek yanaşmıyor. sonra stüdyodaki diğer kadınlar başlıyor talip olmaya. biri diyor beni al, diğeri diyor beni al, onu alma. sonra adamcağız kıymete binince kadın da "tamam hayatım, geliyorum seninle" diyor. işte budur beni benden alan. işte budur kadın aklı.

biri geliyor. senden hoşlandığını söylüyor. bakıyorsun. "ıh-mıh, şey-mey, kem-küm, mırın-kırın"ediyorsun. sonra anacım, ne zaman ki birilerini görüyorsun çocuğun yanında. one minute. "o benim" oluyorsun. ne zaman ki rakibeler beliriyor etrafta o zaman kıymetli oluyor adam. erkekler için de bu böyle esasen. aldırmadıkları bir kız, ne zaman ki başka biriyle birlikte oluyor, işte o zaman kızın peşinden koşmaya başlıyorlar. sanırım herkesin aklında "bu kadar rağbet var, demek ki iyi bir şey bu" cümlesi beliriyor o anda.

sokakta mesela. tek başına yürüdüğünde çekmediğin dikkati, bir erkekle olduğunda üzerinde topluyorsun. kadınlar adeta nefretle bakıyor. ya da kıskançlıkla diyelim.

bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

ohayo!

Pazartesi, Aralık 20, 2010


anne, seni seviyorum. çok.


Cumartesi, Aralık 18, 2010

ilişkiler üzerine


sıkıntıdan patladığım bir anda dün biricik bro'm geldi bu kuş uçmaz kervan geçmez şehre. özlüyor insan yahu.

lisede sabahtan akşama kadar beraber vakit geçirdiğin, her boku beraber yediğin belki de seni şu dünyada en iyi anlayan insanla bir yerden sonra çeşitli sebeplerden mütevellit başka yönlere sapınca yollarınız olmuyor eskisi gibi hiçbir şey. anlatacak şeyler birikiyor. sonra unutuyorsun. ve o yaşanmışlıkların anlatamadığın için yarım kalıyor sanki.

heh bro'm geldi demiş idim. bol tereyağlı iskenderlerimizi yerken laf döndü dolaştı ilişkilere geldi tabi. evet, duyuyorum sizi. "kız milleti aaağbi". tamam kabul öyle. ben de bir yandan onunla konuşurken bir yandan "bak bloga yazayım ben bu konuştuklarımızı" diye geçirdim aklımdan. neyse tamam bu kısım giriş bölümü olsun bu yazının. yeter bu kadar. gelişme bölümüne geçiyorum artık.

günümüz ilişkileri fazlaca sarsıntılı artık dostlar bildiğiniz gibi. ayrılmalar, barışmalar, zırzır salya sümük ağlamalar, sonra aşkıııam'lamalar, mıçmıç olmalar. sağlıklı bir insanın bu kadar hızlı değişen bir ruh halini kaldırabilmesi olası değil esasen. ama yapacak bir şey yok azizim. çağımızın hastalığı.

bu kadar sarsıntılı ilişkilerin ciddiyetine gelince. insan diyor ki içinden yahu ben bu adamla daha ortada bir şey yokken bu kadar ters düşüyorsam, bu kadar kavga edip, en çirkef halimi gözler önüne seriyorsam kim bilir ilerde evlilik falan olursa ne olur? tabi şimdi bunu okuyup evlilik meraklısı kızlar kategorisine sokmayın beni. demek istediğim yani ilerisi yok bu tür ilişkilerin. 6 ay, 1 sene olmadı 2 sene. sonra ayrılık. eğer carpe diem insanı iseniz tamam diyecek sözüm yok. ama bana ne bileyim işte sonunu bile bile bir şeyler yaşamaya çalışmak boşuna geliyor. hayır yani yıpranmaya gerek yok. çünkü bir ilişki ister istemez fedakarlık bekliyor taraflardan. ve her ne olursa olsun bir insanın fedakarlık yapması aslında hiç de kolay bir şey değil. lafa gelince "çok seviyorum yaaağ, her şeye değer onun için, canı feda olsun vs." olur ama aslında içi kan ağlar insanın. vazgeçmek la bu. biri için yani yarın hayatının neresinde olacağını bilmediğin, ya da 20 yıl sonra belki adını bile hatırlamayacağın biri için kendinden taviz vermek. zor. hakikaten zor. isterse bir toz tanesi kadar bir şey olsun yine de zor.

işte bu yüzden öyle bir ilişki olmalı ki bir şeylerden vazgeçmek zorunda kalmamalısın, ya da bir şeyleri sineye çekmek. "hadi bu seferlik onun istediği olsun beni boşver" demeyeceğin bir ilişki.

ütopik sanırım.

Pazartesi, Aralık 13, 2010

gözbebeği

"insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında istemez.

aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir."

Cuma, Aralık 10, 2010

kış geliyor ört hocam yorgan yorgan üstüne


uzun ve yorucu bir yazın ardından hepinize merhaba.

bu yıl yaz ne kadar uzun sürdü böyle yahu? gerçi benim bu durumdan şikayetçi olduğum da söylenemez hani. yaz insanıyım ben. güneş, deniz, kum... gerçi bu yıl ne adam gibi denizi görmek nasip oldu ne de kumu. güneşle yetinmek durumunda kaldım koca yaz. yaz okulu, staj ve ramazan üçlüsü tüm tatil planlarımı bitirdi. ben de üzerine bir bardak soğuk su içtim.

geçen haftaya kadar hala kendimi şöyle mayıs ayında gibi hissediyordum yalnız bu hafta, hava durumu, aylardan aralık olduğunu bir tokat gibi yüzüme çarptı. bu nasıl bir soğuktur, allahım? insanın totosunun donmaması mümkün değil. bir yandan soğuk bir yandan yağmur zaten sıkıntıdan ölmek üzere olan ruhumu iyice kör kuyularda merdivensiz bıraktı. sabah gözümü açtığımda şakır şakır yağan bir yağmur, kötü kahkasıyla selamladı beni. oooof deyip yorganı çektim kafamın üzerine hemen. uyudum yine. yataktan çıkamadım. saat 11'e geliyordu tekrar gözümü açtığımda. sonra da yataktan çıkmak zor geldiği için kitap okuyayım dedim. aldım elime bir kupa çay. geçen gün aldığım kitaba başladım. elif şafak'ın mahrem'i. 80 sayfa okudum yaklaşık. şimdilik gayet güzel, beğendim. bir de film almıştım kitap alırken. münich. steven spielberg filmi. onu da izlemeliyim bir ara. bakalım.

havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız hoş olsun.
bitti.

Cumartesi, Aralık 04, 2010

bırakın peşimi vizeler


yok. olmuyor yahu.

ders çalışmak benim tarzım değil. vize zamanları gelip çatınca benim üzerime bir ağırlık çözüyor efendim. bütün gün yataktan çıkmayasım, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar dizi izleyip ağlayasım geliyor. ya da bugünkü gibi iyice delirdiğim zamanlarda kendimi temizliğe veriyorum. hijyen terminatörü oluyorum adeta.

ortaokulda yakaladığım başarıyı neden şimdi yakalayamıyorum tanrım, nedeeeen ? o yıllarda okulun gözbebeği, bilgi yarışmalarının vazgeçilmez üyesi, projelerin aranan ismi idim. adeta küçük bir mükemmel öğrenci. sessiz, çalışkan, terbiyeli vs. sonra liseye başladım. tabi ortaokuldaki başarım sayesinde şehrin en iyi liselerinden birine kapağı attım. derken tam o sırada miskin garfield teması sardı dört bir yanımı. eğlenceli arkadaşlar edindikten sonra tüm lise hayatım okula gidip sabahtan akşama kadar gülmek, eğlenmek üzerine kuruldu. ortalamanın birazcık üzerinde bitirdim böylelikle liseyi. öss zamanı da hafif bir çalışmayla normal bir bölümeye girdim. üniveristede ise lisede birazcıkta olsa var olan çalışma isteğim iyice söndü.
şimdilerde vize akşamları çalışıyorum zorla. o da birilerinin iteklemesiyle. -sağolsun arkadaşım- pazartesi günü yine bir vizem var. ve ben daha hiç çalışmadım. muhtemelen yarın da çalışamayacağım çünkü çok önemli işlerim olacak. önce tüm kitaplığımı boşaltıp yeniden düzenleyeceğim, sonra eski fotoğrafları kronolojik olarak sıraya dizeceğim, e derken manikür pedikür, kıl, tüy meselelerine de girersem akşam oldu bile işte. akşam olunca da erkenden uyurum. malum çok yorulmuş olacağım çünkü.

hadi bana kolay gelsin.

Cuma, Aralık 03, 2010

oh be



buldum. buldum. onları buldum.

hani daha önce size yaşlı bir teyze ile engelli kızından bahsetmiştim. -şurada http://ordeklereneoldu.blogspot.com/2010/06/utanc.html - bugün onları gördüm yeniden. bu kez gittim hemen yanlarına. teyzemden bi paket mendil aldım. aslında çok bir yardımım dokunmadı böyle onlara ama en azından biraz rahatladım. onun hayır duasını almak bile yetti.
mutluyum. mutlu.

Çarşamba, Aralık 01, 2010

firarperest

elif şafak yeni kitabıyla bizlerle.
e görelim o zaman.





boşluk


hayatımın en boktan dönemlerinden birindeyim şu sıralar. belki de yalnızlıktan geberdiğim şu dakikalar yüzünden böyle düşünüyorum şimdi ve sabah kalktığımda her şey yoluna girmiş olacak.

daha önce de söylediğim gibi hissettiklerini aynen dışavurabilen biri değilim ben. yüreğim kan ağlasa da sesim çıkmaz çoğu zaman. gülerim, şakalar yaparım. etrafımdakiler hiçbir şey çakmaz. hatta kızarım bile böyle sorunlarını dışavurup, ergen rolüne bürünenlere. ama ben de insanım yahu. bir yerlere, birilerine haykırmam gerekiyor arada bir. burası da bu yüzden var değil mi?

kendimi hiç bu kadar yalnız hissettiğim olmamıştı uzun zamandır. sanki debeleniyorum bir boşlukta. yapacak hiçbir şeyim yok sanki. hiç kimsem yok sanki. biraz daha uğraşıp derinlere inebilirsem mutsuzluktan ölebilirim bile. yaptığım seçimler sebebiyle şimdi böyle her şey, biliyorum. eğer kendimi asalak bir bit gibi hissediyorsam şu an benden başka kimsenin hatası değildir bu, onu da biliyorum.

bazen diyorum. beni sadece dinleyecek, söylediklerime yorumunu katmayacak biri olsa yanımda. ne güzel olur. sadece dinlenmek istiyorum. sadece birine bir şeyler anlatmak istiyorum. karşılıklı oturalım böyle. içecekler de benden hani. böyle salak salak nefes almaya çalışmam belki o zaman kendimi balkondan sarkıtarak. belki gecenin bir köründe, gözlerim şiş ve kırmızı vaziyette iken boş bir sayfaya bunları yazıyor olmam. belki rahatlarım. ya da belkiler ölür ve hiçbir şey olmaz.

birine ihtiyacım var. beni dinleyecek birine. bıkmayacak birine. yorulmayacak birine.

"işte sana konuşan biri, dilsiz ve dudaksız
durmadan koşan biri, elsiz ayaksız
böyle koşup durmak senin neyine gerek
boşlukta ayaksız yürümek gökteki ay gibi
ben bir denizim kendi içinde taşan
ben bir denizim uçsuz bucaksız
kıyısız, hür bir deniz"